Sağlık Bilimleri Üniversitesi Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikoterapi Merkezinden Prof. Dr. Ejder Akgün Yıldırım, eko-anksiyetenin, bir diğer adıyla iklim değişikliğinden kaynaklı stresin klinik bir durum olmadığını anlatıyor.
Son yıllarda ve özellikle son 4 aydır peş peşe iklim krizi kaynaklı çevresel felaketler yaşandı. Müsilaj, yangın, sel gibi felaketlere gün geçtikçe daha fazla tanıklık eden ve faili olan insan da gördükleri karşısında endişe, korku, kaygı gibi ruhsal durumlarla karşılaşmaya başladı. Birinci elden etkilenmese de ‘bir gün benim de başıma gelebilir’ gibi bir gerçek gün yüzüne çıktıkça eko-anksiyete terimi, medyada sıkça kullanılmaya ve paylaşılmaya başlandı.
Nasıl etkileniyoruz?
Prof. Dr. Ejder Akgün Yıldırım, eko-anksiyetenin kontrol edilebilir bir kaygı olarak kaldığı sürece gerekli olduğunu söylüyor. İnsan, öyle ya da böyle doğaya zararı olan bir canlı. Devamlı bir kaygı içinde olsak da bu endişeli hali eyleme dökerek iyileşmek ve yaşadığımız dünyayı korumak mümkün.
Yıldırım yeni anne olmuş bir kadının yaşadığı kaygıyı örnek vererek, bu ruh halinin bebeğe ihtiyacı olan bakımı vermek adına gerekli ve faydalı olduğunu söylüyor. Ancak eğer bir anne sürekli bakım verme konusunda kaygı ve endişe duyarsa, ruhsal olarak yorulacak böylelikle ona hiçbir şey yapmasına izin vermeyen bir duruma gelecektir. Bunun gibi eko-anksiyete de kontrol edilebilir bir kaygı tipi olarak kaldıkça klinik bir vakaya dönüşmediği gibi, ekolojinin insanlar tarafından görmeye ihtiyaç duyduğu özenin gösterilmesi adına da refleks oluşturacaktır.
Sorumluluk duygusu hissedenlerde eko-anksiyete daha yaygın
Prof. Dr. Yıldırım psikolojideki kaygı bozukluğunu şu şekilde tanımlıyor:
“Kaygı, yaşamsal bir tehdit varlığında, bir şekilde belirsizlik durumunda veya güvensiz hissedildiğinde ortaya çıkan bedensel ve zihinsel tepkilerdir. Çünkü bu tehdit görünür bir tehdit değilse, nereden geleceği belli değilse, canlı bir şekilde kendini alarm durumunda tutar. Yani kendini her an kötü bir şey olacakmış ruh haline getirir. Böylece olabilecek herhangi bir tehlikeye karşı en iyi tepkiyi verebilecek şekilde bedenini ve zihnini hazırlar.”
Bilinçli bireyler, ruhsal olarak yorucu olan bu duyguyu, ekolojik sistemin gördüğü zarara tanıklık ettikçe hissedebiliyorlar. Prof. Dr. Yıldırım’a göre bu kişiler, dünyayı sorgulayan, tanıyan ve tanıdıkça da ona karşı sorumluluğu artan insanlar.
Eko-anksiyete aynı zamanda gelecek endişesi olan, çocukları olan, yaşadıkları dünyayı tüketmek yerine buradan borç aldıklarını hissedenler arasında daha sık görülebilir bir kaygı. Çünkü aslında korumak zorunda oldukları dünya için bir şey yapamayacaklarını düşünüp çaresizlik hissediyorlar.
Bu kaygı klinik bir durum değil
“İklim değişikliğine karşı duyulan endişe, yani eko-anksiyete bunu yaşayan kişilerin doğaya sahip çıkmak ve ona zarar veren faktörlerle mücadele edebilmek için harekete geçmelerini sağlıyor. Bu yüzden klinik bir vakaya yaklaşır gibi yaklaşıp kaygıyı söndürmek gerekmiyor. Hatta bu kaygıyı geleceğe dair bir umut olarak görmek mümkün” diyor Prof. Dr. Yıldırım.
"Eko-anksiyetenin yararlarını poşet kullanımını azaltmaya başlamakta bile görüyoruz. Bir yönüyle bakıldığında vegan davranışların artması dünyayı korumaya yönelik bir refleks. Bunlar da dünyayı korumaya yönelik eko-anksiyetenin daha olumlu sonuçlara doğru evrilmiş hallerinden bazıları."
Ancak, Prof. Dr. Yıldırım, bu kaygının kolektif hissedildiğinde ve harekete geçirici düzeyde olduğunda faydalı olabileceğini vurgulayarak, aslında hepimizin bunu hissetmemiz gerektiğini söylüyor.
“Eko-anksiyete tam tersi klinik bir durumdan ziyade, geleceğimizi kurtaran bir kaygı olacak. O yüzden ben eko-anksiyete kavramını tehlikeli bir durumdan ziyade, gelecek için umut olarak görenlerdenim. Klinik bir ad koymaktan ziyade hepimizin ortak gelecek kaygısı olarak görmekteyim.”
Kurgu: Cihan Karaahmetoğlu