İtalya 22 Şubat’ta koronavirüs nedeniyle ilk ölüm vakasını kaydetmişti. Bundan önce ilk koronavirüs, 23 Ocak’ta Çin’in Hubey eyaletinden gelip Milano havaalanından ülkeye giriş yapan, kısa bir süre sonra Roma’da hastalanan iki Çinli turistte ve 6 Şubat’ta hastalığın çıktığı yer Vuhan’dan yeni dönmüş bir İtalyan vatandaşında görülmüştü. Bu ilk vakaların ardından İtalyan yetkililer, hastalığın 31 Aralık’ta ortaya çıktığı Çin’e tüm uçuşları yasaklamıştı. Avrupa Birliği (AB) içinde bu tedbiri alan ilk ülke olan İtalya, buna ilaveten uluslararası havaalanlarını da termal kameralarla donatmıştı. İtalya Başbakanı Giuseppe Conte, özgüvenle “İtalya’nın uyguladığı önleme sistemi Avrupa’nın en katısıdır” demişti.
Bu ilk hastalar iyileşerek taburcu edilmişti. Fakat Milano’dan 60 kilometre uzaklıktaki Codogno kasabasında 14 Şubat’ta yeni bir vaka, aile hekimi tarafından basit bir grip olarak değerlendirilip tedavi önerilerek eve gönderilmişti. Hasta sadece iki gün sonra bölgedeki hastaneye akut solunum yolu enfeksiyonu şikâyetleriyle yeniden başvurduğunda gerekli önlemler alınmamış, virüs diğer hastalara ve görevlilere bulaşmıştı. Vakalar artınca testler yapılmaya başlanmış olmakla birlikte, virüs artık o bölgede yayılmıştı. Bahsedilen “hasta sıfır” (malato zero) Çin’den dönen bir arkadaşıyla buluşmuştu. Fakat daha sonra arkadaşına uygulanan test negatif çıkmış ve DNA incelemesinden virüsün kaynağının Münih veya Finlandiya olabileceği anlaşılmıştı.
Enteresan olan, virüsün sadece 16 bin sakini olan Codogno’ya nasıl vardığının bugüne dek anlaşılamamış olmasıdır. Bununla birlikte, tarıma dayalı bir ekonomiye sahip olan Codogno’nun, sakin bir kasaba olmasına rağmen bu epideminin merkezi olması şaşırtıcı görülmemeli. Kuzey İtalyalılar, nüfusu az ve yeşili bol yerleşimlerde yaşayıp ulaşım imkânlarını kullanarak, her gün çalışma ve eğitim için çevredeki büyük şehirlere gidip gelirler.
Hükümet 22 Şubat’ta epideminin yayıldığı on bir belediyeyi “kırmızı bölge” ilan ederek okulları tatil etti; hatta evden çıkma yasağı uygulayarak karantinaya aldı. Mart başında ise İtalya’daki vaka sayısı AB ülkeleri arasında en hızlı artışı gösterdi. Bu artışın, virüsün ilk ortaya çıktığı Çin dışında dünyadaki ikinci en yüksek artış olduğu görülünce, 4 Mart’ta yurt genelinde ilk, orta ve yükseköğretim kurumlarında eğitime ara verilmesi kararlaştırıldı. 8 Mart’ta ise virüsün yayılmasının önlenemediği görülünce, İtalya Başbakanı Conte, ülkenin kuzeybatısında vakaların en yoğun görüldüğü Lombardiya bölgesinin bütün illerini, bunlara ek olarak da kuzeyde bulunan on dört ilin karantinaya alınması kararını verdi. Sonraki gün ise 60 milyondan fazla insanın hareket özgürlüğünü kısıtlayacak şekilde, bütün ülke karantinaya alındı.
Peki, pandeminin merkezi olan Çin’den ve komşusu Güney Kore’den sonra en çok sayıda vaka nasıl oldu da binlerce kilometre uzaklıkta bulunan İtalya’da ortaya çıktı? Neden İtalya’daki vaka sayısı Çin’le çok daha yoğun ilişkileri olan Japonya’dan bile daha fazla? Bu meselenin anlaşılabilmesi için, elbette İtalya’ya has bazı hususiyetlerin hatırlanması gerekiyor. Ülkede Kovid-19 sebebiyle görülen ölüm oranı, yüzde 4’ün üzerine çıkarak, Çin’de görülenden bile daha yüksek bir rakama ulaştı. Bu acı verici bilgileri toplamak hiç kolay değil elbette. Ama bahsi geçen bölgelerdeki tüm ölüm vakalarında koronavirüs tespit edilmişse de ölümlerdeki tek ve hakiki sebebin bu virüs olup olmadığının tespiti, mevcut kriz ortamında yapılamıyor.
Aslında virüs krizini yöneten Sivil Savunma’ya (Protezione Civile) ve medyaya demeç veren uzmanlara göre, bu sebeplerden biri İtalya’nın yaşlı bir nüfusa sahip olması. Maalesef Kovid-19 virüsü bağışıklık sistemi daha zayıf olan ve halihazırda başka hastalıklardan muzdarip yaşlıları doğal olarak daha çok etkiliyor. 2015 yılında ülkenin 65 yaş ve üzeri nüfus oranı yüzde 22’ye yakınken, 14 yaş altı nüfusu ise sadece yüzde 14’tü. Bu verileri daha iyi anlayabilmek için Türkiye ile bir karşılaştırma yapılabilir. 2015’den beri artış göstermiş olsa da aynı yılda Türkiye’nin 65 yaş üstü vatandaşlarının nüfusa oranı sadece yüzde 8 iken 14 yaş altı nüfus oranı yüzde 26 olarak kaydedilmiştir.
Vakaların fazlalığının sebeplerinden biri de elbette tedbirlerin geç alınmış olmasıdır. Örneğin Türkiye’de İtalya ile bütün uçuşlar 29 Şubat tarihinde durdurulmasına rağmen, İtalya Çin uçuşlarını ancak sonraki gün durdurdu. Buna rağmen, AB’nin başka bir ülkesinde alınmayan bu tedbir ciddi polemiklere yol açtı. Bazı uzmanlara göre, uçuşlar durdurulmadan önceki haftalarda Çin’den veya epideminin görüldüğü diğer ülkelerden gelen herkesin kendi evinde karantinaya alınması ve sağlık personeli tarafından müşahede altında tutulması gerekiyordu. Fakat bu yapılmadı. Bununla beraber unutulmamalı ki Çin, uluslararası turizme en çok para harcayan ülke. İtalya’ya gelen Çinli turist sayısı de sadece 2019 yılında 3,1 milyonu bulmuştu.
Doğrudan uçuşlarda en azından Çin’den gelenlerin kaydı alınabilirdi. Ancak uçuş yasağı konulduktan sonra, virüsün görüldüğü bölgelerden gelen yolcuları kontrol edebilme şansı büyük oranda azalmıştı. Nitekim havaalanlarına konulan termal kameralar, yüksek ateşe yol açan birçok hastalığı tespit edebilse de henüz semptomların görünmediği bir Kovid-19 taşıyıcısını tespit edemiyor. Bu noktada en büyük sorunu, AB’nin temellerinden olan ve kişi, mal ve hizmetlerin serbest geçişini sağlayan Schengen Anlaşması teşkil etmiştir. Uçuşlar iptal edildiği halde, başka ülkeler üzerinden aktarma yapan veya başka bir Schengen ülkesine uçup farklı yollarla ülkeye giriş yapan kişiler dolayısıyla Çin’le irtibat tamamen kesilemedi. Bu noktada, AB’nin en büyük ülkesi olan Almanya’nın çekingen tutumları dikkat çekici. Bu satırlar yazılırken Milano Linate havaalanından İtalya’nın diğer bölgelerine giden uçuşların büyük bir kısmı iptal edildiği halde, Paris veya Londra ile bağlantılar haricinde, diğer Avrupa ülkeleriyle uçuşların devam ettiği endişeyle izlendi. Sadece Avusturya Schengen anlaşmasını askıya alıp eski gümrüklerine polis ve sağlık kontrollerini yeniden koydu. Viyana daha önce mülteci krizinde benzer bir tavır sergilemişse de gümrüklerin virüs konusunda ne kadar etkili olabileceğine dair ciddi şüpheler bulunuyor.
Avrupa ülkeleri arasında kültürel, sosyal ve ekonomik entegrasyon o kadar yüksek ki binlerce kişiyi mahsur bırakarak veya tedarik zincirini kırarak bütün bağlantıları birden koparmak mümkün değil. Ayrıca bununla alakalı bir acil eylem planı da bulunmuyor. Bununla beraber, mülteci krizinde olduğu gibi, AB kurumlarının meselelere hızlı ve net bir çözüm üretmekte veya acil bir eylem planı kurgulamakta zorlandığı açıkça görüldü. Bu sorun sadece İtalya için değil, AB’ye üye bütün ülkeler için de ciddi bir tehlike arz ediyor.
Sorunun büyümesinin nedeni olarak sayılabilecek bir başka problem de İtalya’daki sağlık sektörüdür. Avrupa ülkeleri arasında en düşük yatak sayısına sahip olan hastaneler İtalyan hastanelerdir. Bu sayı Türkiye’ye nazaran daha yüksek olsa da nüfusun ortalama yaşına kıyasla yetersiz kalıyor. Her mahallede bulunan aile hekimlerine bakıldığında başarılı gibi görünse de sistem böyle bir krizin yönetilme sürecinde yetersiz kaldı. Şu anda hükümet yoğun bakım ünitelerinin kapasitesini artırmak gayesiyle solunum cihazları üretmek üzere, karantinada bulunan bir fabrikaya mühendis subaylar gönderdi.
Alınan tedbirlerin çok net olmaması da insanlar arasında ara ara paniğe neden oluyor. Sokağa çıkma yasakları gündeme geldiği anda, gıda stoklarında bir sorun yaşanmadığı halde, ilk önce marketlere koşuldu. Kırmızı bölgeler artmaya başladıkça, memleketine dönmek isteyen vatandaşlar tren garları ve havaalanlarını doldurdular. Ciddi bir iç göçün yaşandığı ülkede, hemen ailelerinin yanına dönmek isteyen binlerce insanın etkisiyle, virüsün yayılma olasılığı arttı. Panik hapishanelere bile sirayet etti. Mahkûmları korumak amacıyla, aileleriyle yapacakları yüz yüze görüşmeler askıya alındı. Bu sebeple -ve muhtemelen yüz yüze görüşmelerin askıya alınması yerine genel af umudu taşıyan mahkûmların bulunduğu- en az 22 ıslah evinde çıkan isyanlarda 12 kişi hayatını kaybetti.
Tüm bu yaşananlara rağmen, ilk vakalardan sonra İtalya’nın aldığı tedbirlerin fazlaca çekingen olduğu düşünülüyor. İlk karantina kararları önemli olmakla birlikte, coğrafi kapsamının daha geniş olması bekleniyordu. Coğrafi kapsamın beklenenden dar tutulmasının sebebi, yetkililerin vatandaşlar arasında gereksiz bir panik havasının yayılmasını engellemek ve ekonomik etkileri en aza indirmek arzusuydu. Unutmayalım ki Codogno, endüstri merkezi olan Milano ve 2018 yılında 12,1 milyon turisti misafir eden Venedik’in hemen yanı başında bulunuyor. Elbette bu bölgelerdeki yöneticilerin büyük bir kısmının ana muhalefet partisi Kuzey Ligi (Lega Nord) mensubu olması da karantinanın sınırlandırılması konusunda siyasi bir çekince doğurmuş olabilir.
Milano Belediye Başkanı Giuseppe Sala, İtalyanların meşhur hafife alma tavrı ve pozitif yaklaşımına güvenerek, ısrarla #Milanononsiferma (Milano durmaz) kampanyasına devam etti. Aynı partiye (Partito Democratico [Demokrat Parti]) mensup ulusal lider Nicola Zingaretti ise toplantılarına ve Milano’da miting düzenleyerek kameralar karşısındaki olağan hayatına devam etti. Fakat birkaç gün sonra sosyal medyada bir video yayınlayarak virüs kaptığını ve evde karantinada kalacağını açıkladı.
Diğer taraftan, bazı uzmanlara göre, İtalya buzdağını ancak zirvesi yüzeye çıktıktan sonra fark edebildi. Yani olağan tedavilere cevap vermeyen ilk ağır vaka ortaya çıktıktan sonra Kovid-19 testleri uygulanmaya başlandı. Ayrıca pandeminin mevsim itibariyle griplerin yoğun olduğu bir döneme rast gelmesi de vaka artışları konusunda şüphe uyandırmamış, sadece Çin’den gelen hastalara özel bir protokol uygulanmıştı. Muhtemelen Ocak ayının ortasından itibaren hastanelerde görünen ilk vakaların Çin’le bir bağlantısı yoktu. Bu vakalarda daha önce rastlanmış, solunum sistemini ağır etkileyen H1N1 ve N3N2 virüsü tedavisi ve protokolü uygulanmıştı.
Eğer bu son yorum doğruysa İtalya’nın uyguladığı tedbirler diğer Avrupa ülkelerinde de vakitlice uygulanmazsa maalesef Kovid-19 virüsü başka bölgelerde de benzer bir şekilde hızla yayılacaktır. Eski Başbakan Matteo Renzi’nin ifadeleriyle “İtalya, Avrupa’nın deneme tahtası olmuştur” ve bu İtalya’ya özel bir durum olmasa da sadece ilk vakayı teşkil etmiştir.
Bugün “bella vita” (güzel hayat) ülkesinde hayat durmuş durumda. Canlı ve hareketli sokakların yerine sessizlik ve endişe hâkim. Buna rağmen umutlar tükenmiş değil ve insanın aklına Boccaccio’nun Decameron’u geliyor: 1348 yılındaki veba salgınından kurtulmak için on genç Floransa’dan kaçarak bir köye sığınırlar. Orada yalnızlık, sıkıntı ve korkuyu gidermek için, her genç sırayla sonu mutlu biten bir hikâye anlatır ve böylece ortaya unutulmaz bir eser çıkar.