Türkiye’nin en önemli gündem maddesi hiç şüphesiz seçimler… Geçtiğimiz hafta yerli/milli savunma sanayiinde açıklanan çok önemli projelerden bazılarının bu dönemde ‘arada kaynamasının’ sebeplerinden biri de bu.
Geldiğimiz nokta itibariyle milli savunma sanayiinde verilen müjdeler ve açıklanan projelerde teknik veriler üzerinden bilhassa sürecin askeri boyutuna dikkat çekiliyor. Bu veriler tabi ki son derece önemli.
Ancak madalyonun diğer yüzünde sürecin belki de en az askeri boyutu kadar değerli, belki kimi alanlarda onun dahi önüne geçebilecek bir başka gerçeklik var. Yerli/milli imkanlarla üretilen askeri sistemler ve platformların Ankara’nın nüfuz gücüne etkisi... Daha net bir ifadeyle, savunma sanayii ürünlerinin bir dış politika yapım aracı olarak öne çıkma ihtimali.
KAAN bir savaş uçağının çok daha ötesinde mi?
Son bir aya hızlıca göz attığımızda, ismini bundan sonra Kaan olarak anacağımız Milli Muharip Uçak’ın düşük hızda taksisi, Hürjet’in ilk uçuşu, Kızılelma’nın testlerinin art arda tamamlanması ve Tayfun, Cenk başta olmak üzere füze sistemlerinde yaşanan gelişmeler akla ilk gelenler.
Bahsi geçen platformlarla ilgili teknik/askeri açıdan pek çok yorum yapıldı. Ancak haberin başında da belirttiğimiz üzere biz bu kez sürecin farklı bir noktasına bakacak ve söz konusu gelişmelerin Ankara’nın dış politikasına nasıl katkılar sağlayabileceği sorusunun yanıtını arayacağız.
Tabi bu sorunun cevabını ararken Türkiye’nin Libya politikasını, Afrika’daki kimi ülkelerle derinleşen iş birliğini ve Karadeniz ya da Doğu Akdeniz’de sürekli yüksek tansiyonu da göz önünde bulunduracağız...
Milli platformlar politika yapıcı olabilir mi?
Savunma politikaları uzmanı Arda Mevlütoğlu ile Türkiye’nin büyük bir atılım gösterdiği savunma sanayii ürünlerinin politik sürece nasıl etki edeceğini konuşmak üzere bir araya geliyoruz.
Silah sistemlerinin görevleri, karmaşıklıkları ve maliyetleri nispetinde artan siyasi ve stratejik değerler taşıdığı bilgisiyle başlıyor anlatmaya. Ve güncel bir örnek vererek bu olguya S-400 – F-35 sürecinde tanıklık ettiğimizi anımsatıyor.
İleri teknoloji içeren, karmaşık, kurulum, bakım ve kullanımı için yoğun eğitim, maliyet ve yatırım gerektiren platformlar... Mevlütoğlu’na göre tüm bu saydıklarımız uluslararası ilişkilerde çok farklı işlevler üstlenebiliyor.
TCG Anadolu son derece değerli bir örnek
Biz her ne kadar hava platformlarını son dönemlerde daha sık duysak da Mevlütoğlu, TCG Anadolu’nun da güzel bir örnek olduğunu düşünüyor. Bilindiği üzere TCG Anadolu bir deniz piyade taburunu, tüm unsurları ile uzak mesafelere götürebilecek, denizaşırı müşterek harekat gerçekleştirebilecek ve aynı zamanda komuta–kontrol gemisi olarak da işlev görecek bir gemi.
“TCG Anadolu bir nevi yüzen askeri üs” diyor Mevlütoğlu ve “Savaş ve askeri harekatlara ilaveten, doğal afet gibi durumlarda yardımların ulaştırılması, yaralı ya da afetzedelerin tahliyesi, yüzer hastane gibi görevler de üstlenebilecek. Askeri boyutta BM ya da NATO şemsiyesi altında yürütülen çok uluslu harekatlara katılarak komuta/kontrol gemisi olarak kullanılması Türkiye’nin uluslararası ortamda etkinliğinin, görünürlüğünün artmasına vesile olacak. Aynı şekilde afet ve acil durumlara müdahalede kullanılması da bir kamu diplomasisi aracı olarak fayda sağlaması anlamına gelecek” görüşünü paylaşıyor.
Çok katmanlı bir dış politika için ‘harekat bağımsızlığı’ şart
TCG Anadolu örneğinden savunma sanayiinin dış politika unsuru olarak kullanılması meselesine geliyor Arda Mevlütoğlu. Ulusal savunma sanayiinin geliştirdiği sofistike sistemlerin kullanılması ve harekat sahasında başarı kazanmasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ‘harekat bağımsızlığının’ arttığına dikkat çekiyor.
“Harekat bağımsızlığını dar kapsamda sistemlerin üretim, bakım/onarım ve kullanımında yurt dışına bağımlı olmamak şeklinde düşünebiliriz” dedikten sonra devam ediyor:
“Tanımı genişletecek olursak bu sistemlere dair harekat konsepti, doktrin, eğitim gibi hususlarda da yurt dışına bağımlı olmamak, milli konsept, doktrin ve müfredat geliştirmeyi de ekleyebiliriz.
Artan harekat bağımsızlığı, Türkiye’nin orta ölçek bir bölgesel güç olarak stratejik otonomi elde etmesinin en önemli unsurudur. Biz bu hususun önemini örtülü ve açık ambargolar, silah satışında kullanım ya da konuşlandırma şartları ile çok kez gördük.
Türkiye gibi kriz/çatışmalarla çevrili bir coğrafyada ayakta kalabilmek ve çok katmanlı bir dış politika yürütebilmek için harekat bağımsızlığı şart. Ulusal savunma sanayii bu bakımdan bir dış politika enstrümanı olarak hayati bir öneme sahip.”
Üretilen platformlar yeni müttefikler kazandırabilir mi?
Türkiye’nin yerli/milli imkanlarla savaş uçağı yapabilme iradesi çok değerli. Elbette KAAN daha yolun başında ve gidilmesi gereken çok yol var. Ancak eğer doğru adımlar atılabilirse küresel açıdan nasıl bir etki üreteceği meselesini de şimdiden konuşmak gerekiyor.
Örneğin bir savaş uçağı yapabilmek için Almanya-Fransa ortaklığını, İngiltere-Japonya birlikteliğini gördüğümüz bu dönemde Türkiye’nin kendi savaş uçağı için stratejik müttefikler edinip edinmeyeceği konusu tartışılmaya değer.
Benzer bir süreci Türk SİHA’larının ihracat sürecinde gördük. Fiyat/performans açısından çok iyi bir sınav veren insansız hava araçları, Ankara’nın diplomasi masasındaki yerini güçlendirmekle kalmadı aynı zamanda farklı coğrafyalarda yeni katmanlar da açtı.
Peki, savaş uçağı gibi son derece sofistike bir platformda farklı ülke ya da ülkelerle iş birliği yapmak ne kadar mümkün? Örneğin Türkiye, KAAN için ihtiyaç duyduğu bir alt sistemi kendisi üretebilecek kapasitede olsa dahi başka bir ülkeye paslayabilir mi? Bunun ne gibi sonuçları olur?
Uluslararası işbirliği öne çıkıyor
Arda Mevlütoğlu, yeni nesil muharip hava platformlarının geliştirilmesinde maliyet ve risklerin son derece yüksek olduğunu belirtiyor. Bu nedenle artık bu alanda proje yürüten neredeyse tüm ülkelerin çeşitli seviyelerde uluslararası işbirliği modellerine yöneldiğini söylüyor.
“En güncel örnekler olarak İngiltere, İtalya ve Japonya’nın Global Combat Air Programme (GCAP), Fransa, Almanya ve İspanya’nın FCAS/SCAF ve tabi ABD’nin öncülüğündeki F-35 Lightning II projelerini sayabiliriz” dedikten sonra devam ediyor:
“Bu projeler sadece bir hava aracı tasarım ve üretim faaliyetleri değil aynı zamanda uzun vadeli stratejik programlar. Zira bir muharip uçağın tasarımından hizmete alınmasına ve ömrünü tamamlayıp emekliye ayrılmasına kadar geçen süre 50 yıldan fazla.
Bu kadar uzun bir süre sürdürülecek işbirliği için devletler arasında sağlam, öngörülebilir ve istikrarlı bir ilişkinin varlığı şart. Dolayısıyla projede maliyet ve iş payının paylaşımı, bu nedenle sadece endüstriyel bir mesele değil.
Devletler arasında askeri ve sivil bürokrasi, sanayi, akademi ve hatta toplumsal düzeyde yakın iletişim ve işbirliği kurularak ancak uzun vadeli sofistike projeler yürütülebilir. Buradan da, başta Kaan olmak üzere Türk savunma sanayiinin üzerinde çalıştığı büyük projelerin, dış politikadaki bir başka stratejik değerine geliyoruz…
Bu gibi projelerde alt sistem, parça ve bileşen geliştirilmesi, üretimi, testi gibi konularda; mühendislik ve danışmanlık hizmetlerinde, bakım–onarım ve yenileme faaliyetlerinde Türkiye’nin dost ve müttefik ülkelerle yapacağı işbirliği ve işbölümü, Türkiye’ye dış politikada yeni manevra alanları ve fırsat pencereleri açabilir.
Kurulacak askeri-endüstriyel işbirlikleri ile Türk dış politikasının nüfuz alanı genişletilebilir ve derinleştirilebilir. Bu süreci yönetebilmek için de savunma sanayiini yalnızca bir mühendislik alanı olarak değil, diplomatik, iktisadi, endüstriyel ve kültürel boyutları olan bir bütün olarak değerlendirmek gerekir."