Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Anadolu Ajansı (AA) Editör Masası'na konuk oldu.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın açıklamalarından öne çıkan başlıklar şöyle:
Lübnan'da meydana gelen patlamalar, şu anda yaklaşık bir yıldır devam eden savaşın bir devamı, bir parçası. Bizim yani savaşın başından beri gördüğümüz bir İsrail stratejisine ilişkin bir gerçeklik vardı. O da şuydu, İsrail ilk önce Gazze ile ilgili hesaplarını görecek, ondan sonra Lübnan'a bu işi kaydıracak diye. Şimdi adım adım Lübnan'a doğru tırmandırmaya başladığını görüyoruz. Tabii son iki günde olan patlamalar, elektronik cihazlarla ilgili, bunlar tabii istihbarat literatüründe fırsat operasyonu diye nitelendirilen operasyonlar. Belli ki Hizbullah'ın yapacağı satın almaları gerek teknik gerek insan istihbaratı kaynaklarıyla, İsrail önceden öğreniyor. Daha sonra bunlara paravan şirketler veya başka şekilde nüfuz ediyor, hulul ediyorlar. Ondan sonra bugünkü manzarayla karşılaşıyoruz.
Bu istihbarat örgütlerinin çok sık kullandığı bir şey ama burada tabii bir farklılık var. Bu büyük bir çapta kullanılıyor. Büyük bir hadise olunca çok yani binlerce insanı etkileyen bir operasyon. Ben ilk gün Lübnan Başbakan'ını da aradım. Hem geçmiş olsun dileklerimi ilettim hem de Türkiye olarak Sayın Cumhurbaşkanımızın selamını da ileterek, her türlü tıbbi desteğe hazır olduğumuzu da söyledim. O esnada tabii onun da söyledikleri vardı.
Gerçekten şu anda bölgedeki tırmanma endişe verici. İsrail'in yürüttüğü bu operasyonların giderek daha büyük provokatif bir şekle dönüşmesi ve karşılığında da artık Hizbullah'ın, İran'ın ve diğer onlara yakın unsurların artık cevap verme dışında da bir seçenekle karşı karşıya kalmamaları gibi bir noktaya geldik artık.
Siber güvenlikle ilgili aslında ülkemizde kurumlarımızda büyük bir farkındalık var. Burada biliyorsunuz Ulaştırma Bakanlığı bünyesinde bir genel müdürlüğümüz var aslında bu konuyla ilgilenen. Diğer taraftan Milli İstihbarat Teşkilatı siber güvenlikle ilgili konularda oldukça yetkin kabiliyetleri var. Emniyet Teşkilatımızda yetenek var. Şimdi esas itibarıyla müstakil bir siber güvenlik teşkilatının kurulmasıyla ilgili konu, hükümetimizin de gündemine getirildi. Cumhurbaşkanımız Milli Güvenlik Kurulu'nda da yapılan tartışmalar neticesinde, yani bunun artık olması gerektiği konusunda bir irade koydular. İnşallah çok yakın zamanda bunun hayata geçeceğini göreceğiz.
Bölge esas itibariyle hala iki potansiyeli beraberinde taşıyor. Çünkü savaşın başından beri özellikle İslam İşbirliği Teşkilatı Arap Ligi ülkelerinin oluşturduğu temas grubunun, Türkiye'nin de içinde bulunduğu yedi ülkeli temas grubunun, çok yoğun faaliyetleri oldu. Yani o faaliyetler zaman zaman da kamuoyuyla paylaştığımız faaliyetler. Özellikle Filistin meselesinin unutulmuş tanımını, unutulmuş boyutlarını yeniden gündeme taşımada ve Filistin meselesine nasıl yaklaşacağımızı tekrar önceliklendirmede çok muazzam bir rol oynadı. Orada neyi kastediyorum? Gazze'de yürüyen bir katliam var, soykırım var. Bunu durdurmak için elimizden geleni yapmamız lazım. Bir taraftan onu engellemeye çalışıyoruz. Diğer taraftan benzer savaşlar, Filistin konulu tekrar etmesin diye iki devletli çözümün tek çözüm olduğu konusunda da muazzam bir çaba var.
Şimdi dün mesela BM'de kabul edilen bir karar tasarısı var en son. Biliyorsunuz daha önce BM'de hem Filistin'in devlet olarak tanınmasıyla ilgili 150'den fazla üyenin kabul ettiği bir karar tasarısı olmuştu. Şimdi de 124 tane üyenin, Uluslararası Adalet Divanı'nın aldığı "İsrail işgal ettiği topraklardan bir yıl içerisinde çekilmelidir" kararını onaylayan bir, Genel Kurul kararıyla karşı karşıyayız. Şimdi burada şunu görüyoruz. Aslında Filistin devleti unutulmuştu. Filistin devletinin iki devletli çözümünün tekrar gündeme taşınmış olması iyi.
Bu noktada uluslararası toplumda gerçekten çok büyük bir bilinç oluştu. Artık uluslararası toplum şu gerçeği teslim ediyor ve arkasında duruyor. Tamam İsraillilere nasıl devlet veriliyorsa, Filistinlilere de devlet verilmesi lazım. İsrailliler nasıl egemenlik ve güvenlik peşindeyse, Filistinliler de egemenlik ve güvenlik peşinde olmalı. Bunun ikisinin olmadığı bir yerde, birisinin egemen, güvenlik için her şeyi yaptığı bir yerde, diğerinin ise edilgen, baskıya uğrayan köleleştirilmiş bir toplum olması meselesini artık kimse kabul etmiyor, almıyor da. Ama bunu sürekli yüksek bir sesle vurgulamak, anlatmak ve mücadelesini vermek gerekiyor.
Şimdi bir taraftan böyle bir meşruiyet alanı var. Diğer taraftan da Netanyahu'nun, Batı desteğiyle yürüttüğü bölgede, 20. yüzyılın başlarında başlatılmış Filistin topraklarını tamamıyla çalma projesinin, son, nihayete erdirilmesi projesi de bir taraftan devam ediyor. İki alanda da gidiliyor. Katliam devam ediyor, soykırım devam ediyor. Lübnan'a yönelik tehditler devam ediyor. İran'ın da devreye girmesiyle daha büyük bir savaşın çıkması gerçeğiyle de karşı karşıyayız. Bütün bu riskler de halihazırda mevcut.
Şimdi bunların olduğu bir ortamda, riski azaltıp, çözümü daha da öne çıkartmayla ilgili, neler yapabiliriz? Bunu sürekli çalışıyoruz. Çünkü risk bölgesel savaşla başlayıp neredeyse küresel savaşa erişme, potansiyeli taşıyan bir risk. Dün Ürdün'deydik temas grubu olarak. Ürdün kralı tarafından da kabul edildiğimizde orada da gördüğüm şey şu. Yani gerçekten Ürdün'de Batı Şeria'da son haftalarda olan İsrail operasyonları nedeniyle kendisini bir askeri alarm düzeyine getirmiş durumda. Çünkü artık orada olacak, İsrail oldubittisine sessiz kalmayacağını Ürdünlüler artık hem dostlarına hem uluslararası muhataplarına iletiyorlar. Yani bu da alarm verici bir şey. Bizim şu anda Lübnan'ı düşünürken, Ürdün'ü de içine alacak, Mısır'ı da içine alacak, bölgenin tamamını içine alacak bir savaş riski her zaman için mevcut. Netanyahu, bunu bunu ilerletmede kararlı. Vahim olan tabii uluslararası sistemin, özellikle Amerika'nın bunu durma konusunda herhangi bir aracının ve yeteneğinin olmaması.
Filistin devletine şu anda bir veto uzaklığındayız. Sadece dünyadaki yani, 200'e yakın ulus devletin, çoğunluğunun tanıdığı, BM Güvenlik Konseyi üyelerinin itiraz etmediği, sadece Amerika hariç bir devlet konusu var. Zaten tanıyan devletler Filistin'le devlet ilişkisini sürdürüyorlar. Yani Filistin'in devletleşmesi, devlet olarak tanınması ve işlemesi konusundaki hukuki ve uluslararası tanınma konusunda aslında çok şükür bütün aşamalar hemen hemen BM Güvenlik Konseyi hariç, tamamlanmış durumda.
Problem ne? Problem İsrail'in devam eden soykırım ve işgalinden dolayı, Filistin devletinin kendi egemenlik haklarını ve organlarını kullanarak, kendi kendini yönetmesiyle ilgili bir şu anda sıkıntıyla karşı karşıyayız. Tabii İsrail, iki devletli çözümü özellikle Netanyahu'nun olduğu dönemde unutturarak, defacto durumu, uluslararası sisteme kabul ettirmeye çalışmıştı. Maalesef ve maalesef, bazı Filistinliler de özellikle tabii imkansızlıktan dolayı, yani işte Filistin yönetimi olarak kalalım. Bize ne kadar imkan veriliyorsa bu verilen imkanlarla bu işi götürelim. Ne kadar toprak kaldıysa onu götürelim gibi bir kabul edilmişlik içerisinde oldukları için, onlar da aslında bu projeye biraz da dolaylı da olsa hizmet ettiler.
Şimdi gelinen noktada, bu hikaye tekrar başlangıç noktasına dönüyor ve olması gereken noktaya dönüyor. Çünkü Filistin meselesi Kudüs'ü de içerdiği için, sadece Filistin'de yaşayan Arap kardeşlerimizi ilgilendiren bir konu değil. İslam coğrafyasının tamamını ve ötesini ilgilendiren bir konu. Dolayısıyla burada İslam coğrafyasının hassasiyeti, Müslümanların hassasiyeti, toplumların bu konudaki hissiyatının devletler tarafından politikaya dönüştürülmesi ve uygulamaya konması, şu anda iki devletli çözümü tekrar gündeme çok güçlü bir şekilde getirdi.
İsrail bu savaşa nereden bakıyor, bence o soruyu sormak gerekiyor. Yani bu savaşı siyasal bir çözüme götürmek için ve kalıcı bir barış için mi istiyor, yoksa bu savaşı klasik savaş yöntemlerini kullanarak, tırnak içinde, tehdit olarak gördüğü her şeyi elimine ederek, askeri, siyasi, ekonomik diğer yetenekleri kullanarak yine klasik yöntemi uygulamak istiyor?
Bizim gördüğümüz, İsrail'deki şu andaki fanatik, radikal hükümet, bütün tehditleri yok etme stratejisi güdüyor. Bunun için bütün askeri kabiliyetlerini mobilize etmiş durumda. Bunun için aşamalı strateji uyguluyor. Gazze'de aşamalı strateji uyguladı. Gazze'den sonra şimdi Lübnan'a geçiyor. Daha sonra belki başka hedeflere doğru yönelecek. Bunu yaparken, Amerika'nın da Batı'nın da desteğini arkasına alıyor.
Şimdi buna, dur diyecek bir irade ve güç gerekiyor. Uluslararası sistemin bir araya gelip, çok geç olmadan buna dur demesi lazım. Ya da İsrail'in kendi içerisinden aklıselim insanların, ortaya çıkıp, bu çılgınlığı durdurması lazım. Neden? Bu çılgınlık sadece Filistinlilere zarar vermiyor. İsrail'in ve İsraillilerin de geleceğini ipotek altına almış durumda. Bu kadar masumu siz katlederseniz, topraklarını çalarsanız, onursuzlaştırırsanız, bunun üreteceği tepkinin altında siz uzun yıllar kalırsınız. Bu tepki ne zaman, hangi şekilde, kendisini gösterecek ve nerede gösterecek, bilemezsiniz. Bu sizi gelecek 10 yıllar, 100 yıllar güvensizlik sarmalı içerisinde tutacak. Aklı başında olan İsrailli bunu görüyor. Ama şu anki hakim zihin, fanatik zihin, aklıselimden uzak, tamamıyla yok etmek üzerine dizayn edilmiş bir politika uyguluyor.
Şimdi bunun bu şekilde tasvir edilmesi, sınıflandırılması bile fevkalade önemli. Neden? Konu İsrail olunca, konu İsrail'in desteklenmesi olunca, Batı'da o kadar fazla bir tekdüzelik, o kadar fazla kendiliğinden üretilmiş hakikat algılayışı vesaire vardı ki insanlar alternatifi bile sorgulamıyorlardı. Şimdi geldiğimiz noktada aslında bunun sadece ilgili Müslüman topluluklar nezdinde değil, dünya coğrafyasında sorgulanabilir olması, sadece Filistin meselesinde bir haklılık noktasını ortaya çıkarma değil, artık dünya şunu söylüyor; Ezilenlerin, sömürülenlerin, uluslararası sistem tarafından gözleri boyanan bir kamuoyu vesilesiyle tahakküm altına alınan toplulukların, artık bir dakika, "Burada söylediğiniz bütün hikaye yalan, anlattığınız şey kurgu, uyguladığınız politika zulüm. Bunun değişmesi gerekiyor." diyor. Değişmezse dediğim gibi çeşitli şekilde bu kendisini gösterecek.
Suriye ile ilgili biliyorsunuz Cumhurbaşkanımızın bir müddet önce yaptığı bir açıklama vardı. Burada tabii yani siyasi iradenin en üst düzeyde yaptığı bir açıklama. O da Esad'la görüşmeye hazır olduğumuzu ifade etmesi. Şimdi biz Esad yönetimiyle yani epey zamandır çeşitli formatlarda görüşüyor idik. Yani özellikle istihbari ağırlıklı, askeri ağırlıklı çeşitli çok taraflı formatlarda, özellikle Rusların ve İranlıların olduğu ortamlarda hep görüşüldü. Fakat şimdi aslında şunu biz tekrar görmek istiyoruz. Özellikle 2017'den itibaren Astana formatı ve Türkiye'nin özellikle Ruslarla yaptığı diğer askeri mutabakatlar neticesinde rejimle muhalefet arasında dondurulmuş bir savaş var. Çatışma yok artık. Dondurulmuş durumda. Bir sessizlik ortamı var. Herkes kendi bölgesinde duruyor. Bu sessizlik ortamı, aradan geçen zaman içerisinde, biz belli konuların aslında kalıcı olarak çözülmesine yönelik adımlar atılması gerektiğini düşündük. Tabii burada tarafların bu adımları atması gerekiyor.
Türkiye bu savaşta, yani rejim ve muhaliflerin savaşında görmek istediği konu rejimin ve muhaliflerin kendi üzerinde anlaşabilecekleri bir siyasal çerçeve. Bu olduğu zaman, özellikle Birleşmiş Milletler kararları uyarınca, bu olduğu zaman bizim için sorun kalkmıyor. Yani olay tanımlanırken aslında şöyle çok fazla ifade ediliyor; yani Türkiye'yle normalleşme meselesi, yani bizimle normalleşmeden de önce yani biz tabii ki ilişkilerin normalleşmesi ile ilgili kendi aramızdaki sorun alanlarını yönetmemiz gerekiyor. Ama bunların başında mesela şunu söyleyeyim. Yurt dışındaki milyonlarca Suriyeli mülteci. Yurt dışında milyonlarca Suriyeli mülteci neden var? Kendi ve muhalefetiyle problemli olan bir yönetim, milyonlarca mülteci üretmiş durumda. 3 milyondan fazlası Türkiye'ye gelmiş durumda. 5 milyon mülteci de Türkiye'nin ve Türkiye dostlarının Suriye içerisinde etkin olduğu bölgelerde yaşıyor. Rejimin kontrolünün dışında. Biz orada bu sistemi kurmuş olsaydık, 5 milyon insan daha Türkiye'ye gelmiş olacaktı. Neden biz Suriye'nin içerisinde dost unsurlarla varlığımızı sistematik bir şekilde bu şekilde yapıyoruz? Çünkü hala orada rejimle ilişkilerinde kendisini güvende hissetmeyen 5 milyona yakın bir kitle var.
Şimdi bu kitle rejimle barışını, güven ilişkisini tesis etmediği sürece, yani bizim daha fazla göç almayla ilgili endişelerimizin izale edilmesi mümkün değil. Bırakın var olanların geri gitmesini gönüllü bir şekilde, daha fazla mültecinin Türkiye'ye gelmemesini engelleyecek bir sistem olmuyor. Biz hep şunu söylüyoruz; kendi muhalefetinle bir nasıl sistem kuracaksın? Kendi halkınla, milyonlarla nasıl barışacaksın? Odaklanmanız gereken yer burası. Türkiye ile ilgili konu, mülteciler meselesi, terörle mücadele meselesi, bunlar bizim çok rahat konuşacağımız ve konuştuğumuz da konular. Çünkü biz kendimizden eminiz. Ne istediğimizi biliyoruz. Cumhurbaşkanımızın o konudaki vizyonu fevkalade net. Kurumlarımız bu konuda son derece bilgili. Yani silahlı kuvvetlerimiz olsun, Milli İstihbarat Teşkilatı olsun, diplomasimiz olsun. Yani bu konuda yoğun bir koordinasyonumuz var.
Ama şu anda ne yapıyoruz? Şu anda getirdiğimiz noktada, sürekli dinamik bir şekilde yürüttüğümüz ilişkilerle sorunun daha fazla ileriye gitmemesi, bir çatışmaların olmaması ve daha fazla insan ölmemesi. İkincisi, daha fazla insanın mülteci olarak çıkmaması. Şu anda bu ortam bu buna yarıyor.
Diğer taraftan Türkiye terörle mücadelesini sürdürüyor. Sizin sorduğunuz Amerika boyutuna gelince, Amerika Suriye ile ilgili kendi taleplerinde aslında bu konuyu çok fazla ilişkilendirmiyor. Dolaylı olarak nereden ilişkilendirir? Amerika'nın ortaya koyduğu şartlarda, özellikle BM şartlarına yönelik birtakım çözümlerin olması gibi konular var. Çünkü Sezar Yasası biliyorsunuz Suriye ile ticari ilişkiler dahil olmak üzere bütün ilişkileri Amerika kendi hukuki normlarıyla yasaklıyor. Kendi hükümranlık alanı içerisinde olan entitelere.
Şimdi bunun içinde dolarla iş yapan, Amerikan şirketleriyle iş yapan ne kadar yapı varsa, Suriye ile ticaret yapmada sıkıntı çekiyor. Bu Suriye ekonomisini zaten kötü, oldukça daha kötü durumda tutuyor. Şimdi bir de üçte bir tarafı Amerika'nın desteklediği PKK YPG üzerinden işgal edilmiş durumda. İşgal edilen bölgelerde de özellikle Suriye'nin çok işine yarayacak doğal zenginlikler var. Petrol başta olmak üzere. Türkiye'nin istediği tarzda bir çözümün olmasının ben diğer sorunları da Suriye'nin daha rahatlıkla çözeceğine inanıyorum. Yani orada bir bağlantı var ama çok direkt bağlantı olmayabilir.
Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları gayrı resmi toplantısına davet edildik uzun bir aradan sonra. Bu önemli bir toplantıydı. Çünkü hem formatı itibariyle hem tartışılan konular ve daha sonra yapılacak olan takibi itibariyle de önemli bir toplantı. Burada yani uzun zamandır beraber çalıştığımız bakan arkadaşlar var. Onlarla görüşlerimizi hep paylaşıyorduk birebir. Yüksek Temsilci Borrell'le de sürekli bir araya geldiğimizde pozisyonlarımızı biliyoruz, anlatıyoruz. Ne olduğunu biliyoruz. Genişlemeden sorumlu Komiser Varhelyi vardı. Onunla da zaten pozisyonlarımız belli. Ama ne farklı? Yani birbirimizi ikili düzeyde tanıdığımız bütün aktörler artık hepsi AB Türkiye konulu bir toplantıda bir araya geldik. Türkiye'yle bir nevi dondurulmuş birtakım ilişkiler, bundan sonra nereye nasıl gidebilir sorusuna bir cevap arama egzersiziydi. Şimdi esas itibariyle bizim birebir yaptığımız ilişkilerde de gözlemlediğimiz konuların, orada biraz daha, daha yapısal bir şekilde tartışıldığı bir düzlem oldu.
Biliyorsunuz Cumhurbaşkanımızın seçildikten sonra Avrupa Birliği'yle alakalı ortaya koyduğu yenilenmiş vizyonu var. Yani her seçimden sonra Cumhurbaşkanımız ülkemizin dış politikası ile ilgili, güvenlik politikası ile ilgili, dost-düşman tanımı ile ilgili, halkın artık iradeyi verdiği makam olarak yenilediği ifadeleri var. Yani bunları dikkatle takip etmek gerekiyor. Ama bunlarda da ciddi bir devamlılık var. Yani terörle ilgili düşman tanımı, Türkiye'nin birlik-bütünlüğü tanımı ve aynı zamanda Avrupa Birliği ile ilgili konu, bu konuda hep nettir. Seçildiği andan itibaren de tekrar Avrupa Birliği ile ilgili Türkiye vizyonunun değişmediğini Cumhurbaşkanımız vurgulamıştı.
Ben bu konuyu açıkçası başlangıç noktası olarak ortaya koydum. Tabii bu şunun için önemli; Avrupa Birliği'nde bir tarafın girmesi ve diğer tarafın kabul etmesi, yani bu karşılıklı irade beyanıyla olacak bir şey. Demokrasilerde bunun siyasi iradeyle mümkün olması gerekiyor. Şimdi Türkiye'nin 2004'ten itibaren ortaya koyduğu siyasi iradenin devam ettiğini, biz ortaya koyduk. Ama Avrupa Birliği'nde 2008'den itibaren artık siyasi iradenin değiştiğini, bu noktada bir siyasi irade olmadığını, bu irade Türkiye Avrupa Birliği üyelik ilişkilerini tam ortada bıraktı.
Şimdi üyelik ilişkileri, irade yoksunluğundan dolayı ilerleyemezken. Diğer taraftan aday ülke statüsü ile yapmamız gereken şeyler var. Yani beraber yapmamız gereken konular var. Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri içerisinde gerek ticari olsun gerek siyasi olsun bu konularda atılması gereken adımlar var. Yani üyelik konusu ilerlemiyor diye diğer konularda çalışma olmaz.
Fakat son yıllarda birtakım subjektif yaklaşımlar, bazı AB üyeleri ülkelerinin kendi konularını AB'nin merkezi konumu konusu gibi yapma çabaları, esas itibariyle yani AB gündemini Türkiye'yle ilişkilerde biraz dibe çekti. Burada biz tekrar bu dibe çekmeyi normalleştirme, özellikle ticaret, ekonomi, vize, eğitim, kültür gibi alanlardaki zaten var olan normal işleyişimizi daha da pekiştirmek, daha da yapısallaştırmak konusunda neler yapılabilir onu gördük.