TBMM Başkanı Mustafa Şentop, “21. Yüzyılda İnsan Haklarının Geleceği” başlıklı Uluslararası Ombudsmanlık Konferansı'nda konuştu.
Kamu Denetçiliği Kurumu'nun 2010'da yapılan anayasa değişikliği ile kurulduğunu belirten Şentop şunları söyledi:
"Kamu Denetçiliği Kurumu, 2010'da yapılan Anayasa değişikliği ile kurulmuş, hukuk sistemimize dahil olmuştur. Kurumun düzenlendiği madde Anayasa'nın 74. Maddesidir. Bu madde, Dilekçe Hakkı'na dairdir. Hatırlanacağı üzere, Dilekçe Hakkı, İnsan Hakları arasında, en eski tarihlerden itibaren varlığı kabul edilen ve parlamentolarla ilişkilendirilen bir haktır. İnsanlar, haklarıyla alakalı şikayetleri veya talepleri dilekçe yoluyla parlamentolara iletirler. En eski tarihli hakların başında gelen dilekçe hakkının, kullanımıyla alakalı zamanla bazı mekanizmalar oluşturulmuş, daha etkili ve sonuç verici yapılar meydana getirilmiştir."
'Kamu Denetçiliği Kurumu, insan haklarının korunmasında etkili ve sonuç alıcı çalışmalar yürütüyor'
Kamu Denetçiliği Kurumu, TBMM adına çalışmalarını yürüttüğünü aktaran Şentop şöyle konuştu:
"Türkiye'de dilekçe hakkının kullanımının bir nevi özel bir yolu olarak Kamu Denetçiliği Kurumu'nun düşünüldüğünü ve varlık kazandığını söyleyebiliriz.
Bu sebeple, Anayasa'nın 74. Maddesinde, Kamu Denetçiliği Kurumu Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na "bağlı" bir kurum olarak kurulmuş ve düzenlenmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi adına çalışmalarını yürütmektedir.
Kamu Denetçiliği Kurumu'nun kurulduğu tarihten bu yana, önemli mesafeler aldığını ve insan haklarının korunmasında etkili ve sonuç alıcı çalışmalar yürüttüğünü ifade etmek gerekir. Kurumun kararlarının hukuken bağlayıcı olmamasına rağmen, idarenin çok büyük bir oranla kararlara uymaya çalışması, büyük bir ihtiyaca cevap verdiğini göstermektedir. Bu durum ayrıca, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin idarenin işleyişiyle ilgili denetiminin gücüne ve Anayasal sistem içindeki mimarinin doğru kurulduğuna işaret etmektedir."
"Ombudsmanlık bir yargı mercii değildir"
Ombudsmanlık'ın ilk olarak İsveç'te ortaya çıktığını belirterek şu bilgileri verdi:
"Kamu Denetçiliği Kurumu'nun tarihine dair, sanırım, söz söylemesi gereken kişilerden biriyim. Malumunuz, Kurum'un, yani Ombudsmanlık'ın, bugünkü manada ilk olarak İsveç'te ortaya çıktığına ve Osmanlı Devleti'ndeki Kazaskerlik kurumundan mülhem olduğuna dair yaygın bir görüş vardır. Ben de, Osmanlı klasik döneminde Kazaskerlik kurumunu doktora tezi olarak çalışmış bir kişi olarak bu konuya dair bir kaç söz söylemek isterim. Öncelikle, İsveç Kralı Demirbaş Şarl, yani 12. Karl, 1709 yılından itibaren Osmanlı Devleti'ne sığınarak uzun bir süre kalmış, bu süre içinde devlet işleyişine dair etraflı gözlemler yapmıştır.
O tarihler Osmanlı Devlet ve hukuk sisteminin, bazı ciddi aksaklıklar baş göstermeye başlasa da, dünyada en iyi işleyen sistem olduğunda tereddüt yoktur.
Osmanlı hukuk ve adalet sisteminin en üst kurumu da Kazaskerlik'tir. Kazaskerlik, bugünkü adalet sistemleri ile mukayese edildiğinde, Türkiye'deki sistemi esas alarak söyleyecek olursak, Adalet Bakanlığı, Hakimler ve Savcılar Kurulu, Yargıtay ve Danıştay gibi kurumlarımızın tamamının görevini yerine getirmektedir.
Adalet teşkilatının başı, hakim atamalarını ve denetimlerini yapan kişi, bir nevi temyiz mahkemesi olarak davalara bakan yüksek mahkeme hakimi, idari yargı görevi ifa eden mahkemenin yöneticisidir. Kısaca yargı sisteminin başındaki kişi Kazaskerdir. Kazasker ifadesi, esasen, Kadı ve asker kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir. Kamu görevlisi kadısı, hakimi demektir. Esasen devlette en üst düzey hakimdir. Osmanlı Adalet sisteminin, sorun çözücü, sorunları adaletle ve kısa sürede çözen bu yapısının Demirbaş Şarl tarafından takip edildiği ve bundan ilham alındığı muhakkaktır. Ancak, şunu belirtmek isterim ki, Kazaskerlik nihayetinde bir yargı merciidir; kararları bütün mahkeme kararlarında olduğu gibi nihai ve icrası zorunlu kararlardır. Ombudsmanlık ise bir yargı mercii değildir; kararları uyulması zorunlu nihai kararlar mahiyetinde değildir.
Bu sebeple, Demirbaş Şarl'ın Osmanlı adalet sisteminden ve kazaskerlik kurumundan genel olarak ilham aldığını, ama benzer bir kurum oluşturmuş olmadığının altını çizmek gerekir."
Şentop konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Esasen, Osmanlı adalet sisteminde, birçok başka mekanizmanın varlığı ve hukuk paradigması, kişiler arası veya kişi ile devlet arasındaki ihtilafların çok kısa zamanda, kolaylıkla, masrafsız ve tarafları içtenlikle tatmin edecek bir işleyiş ortaya çıkarmıştır. Bu tablonun, doğal olarak, yabancıların, bilhassa yabancı seyyahların çok ilgisini çektiğini ve Avrupa'da bir çok eserde uzun uzun üzerinde durulduğunu ve bazı kurumlar için ilham kaynağı olduğunu belirtmek isterim."
"İnsan hakları dünyanın en önemli sorunlu alanlarından"
Şentop, insan hakları konusunun gerek ulusal gerekse uluslararası alanda birçok önemli gelişme ve kurumsallaşma olmasına rağmen halen dünyanın en önemli sorunlu alanlarından biri olduğunu vurgulayarak şu ifadeleri kullandı:
"Yakın zamanlarda, göç ve göçmenler bağlamında tartıştığımız, yine yabancı karşıtlığı, İslam düşmanlığı, dini ve etnik ayrımcılıklar üzerinden geniş anlamda uluslararası kamuoyunun gündemini teşkil eden insan hakları sorunları sıcaklığını koruyor. Halen, Afrika'nın birçok ülkesinde, Mynamar'da, Yemen'de, açlıktan ölen çocukların hayat hakkı; emperyalist devletlerin güç mücadelesinde öldürülen milyonlarca insanın hukuku; Akdeniz'i bir çocuk kabristanına çeviren insanlık dışı göçmen politikaları; Avrupa'da İslam'a ve müslümanlara karşı ayrımcı ve başörtüsü yasakları gibi özgürlükleri kısıtlayıcı kararlar günümüz dünyasında aktüel haberler arasında. Birkaç yıl geriye gidersek, Avrupa'nın ortasında Bosna Hersek'te, Batılı barış gücü askerlerinin gözleri önünde ve müsamahaları ile yaşanan insanlık onurunu ayaklar altına alan alçak soykırım; Ruanda'da birkaç günde bazı Avrupa ülkelerinin sorumluluğu altında katledilmiş milyonla insan; yirminci yüzyılın iki büyük savaşı ve iç savaşları, çatışmaları. Çifte standartlarla yüklü insan hakları yaklaşımları. Daha bir kaç gün önce, İngiliz Kraliyet ailesinden ayrılan Prens'in hazırlamış olduğu otobiyografik kitaptan basına yansıyan bölümler vardı. Afganistan'da 25 kişiyi öldürdüğünü, onları insan olarak görmediğini, insan olarak görse zaten öldüremeyeceğini söyleyen bir beyaz Avrupalı ile karşı karşıyayız. Bu yaklaşıma değinmemin sebebi, belli bir kişinin değil, Avrupalı bir çok insanın zihniyet dünyasının, bir kültürün özetini vermesi sebebiyledir."
"Sorun esasen insan hakları zihniyetinde"
TBMM Başkanı Şentop konuşmasında şunları aktardı:
"Dünyada, insan haklarının bu kadar çok konuşulduğu, insan haklarıyla ilgili ulusal ve uluslararası düzenlemelerin bu kadar çok yapıldığı, mekanizmaların kurulduğu bir dönemde, insan hakları ihlallerinin değişmez ve güncel bir gündem olmasını esaslı bir şekilde sorgulamamız gerekiyor. Eğer yaşanan insan hakları sorunları münferit olsa, sayıca az olmasa da anlamlı bir bütünlük oluşturmayacak şekilde farklı farklı şekil ve sebeplere dayalı olarak karşımıza çıksa belki bir uygulama sorunundan söz edebiliriz. Ama ihlaller ve onların sebepleri anlamlı bir bütünlük ve tanımlayabileceğimiz bir çerçeve gösteriyorsa, o zaman bir zihniyet, bir paradigma sorunundan söz etmek gerekir. Sorun esasen insan hakları paradigmasında, zihniyetinde."
Şentop açıklamalarını şöyle sürdürdü:
Avrupalı akademisyen, hukukçu ve siyasetçi arkadaşlarımızla konuşurken kendilerine bazen şunu soruyorum: “İnsan hakları bağlamında, biz eşitlik deyince, kim olursa olsun, nereden olursa olsun, insanların eşitliğini anlıyoruz. Ama siz eşitlik deyince, Paris'teki bir insan ile Berlin'deki bir insanın eşit olduğunu düşünüyorsunuz da, Paris’teki bir beyaz akademisyen ile Uganda’da yaşayan ten rengi farklı bir insanın eşit olduğunu düşünebiliyor musunuz? Eşitlik dediğinizde, zihninizde bunu canlandırabiliyor musunuz?”İngiliz müstafi prensin sözleri bunun düşünülmediğini, Avrupa'daki eğitim ve kültürün bu kadar doğru bir eşitlik anlayışı vermediğini gösteriyor.
Bizler, kelimelerle, kavramlarla düşünüyoruz. Bir kelimeyi kullandığımızda her birimizin zihninde o kelimeye dair somut bir tasavvur var. Masa dediğimizde masayı anlıyoruz ama hepimiz zihnimizde farklı masalar canlandırıyoruz. Hepimizin o kelimeyle eşleştirdiği somut karşılık farklı bir şey zihnimizde.
'Kelimeleri oluştururken dünya görüşünün içinden bakıyoruz'
Soyut kavramlar söz konusu olduğunda zihindeki karşılıklar daha da karmaşık hale geliyor. Kelimelerin zihnimizdeki karşılığını oluştururken bir kültürün, bir dünya görüşünün içinden bakıyoruz; onun etkisi, belirleyiciliği söz konusu.
İnsan hakları dediğimiz zaman, bizler, bu topraklardaki, doğudaki, İslam Dünyasındaki kültürün çocukları olarak, insan dediğimiz zaman Hz. Adem ve Havva’nın çocuklarını, dünyanın neresinde olursa olsun rengi, dini, dili, ırkı, coğrafyası ne olursa olsun aynı cins varlık olarak insanı anlıyoruz. Mutlak manada insanı. Çünkü "insan" kelimesi bizim kültürümüzde bu kapsayıcılığı ile mevcut bir kelime.
Kur'an'ın ilk vahyin geldiği tarihten yani miladi 610'dan bu yana bütün kapsayıcılığı ile "insan" kelimesi var. Hz.Peygamber (SAV) Veda hutbesinde, 632'de, hitabında, aynı kuşatıcılıkla "insan"lara yöneltiyor sözlerini. Kadın-erkek, renk, dil, coğrafya ayrımı yok. Ancak Batıda bu şekilde bir kelime ki, insan hakları ibaresinde de kullanıyoruz bunu. “Human” kelimesi. Bu kelimenin, hukuk ve siyaset metinlerinde kullanışı çok geç bir tarihtir. 16. Yüzyıl sonu, yaklaşık tam tarih 1597 gibi tespit ediliyor. Bundan önce kadınları ayrı, erkekleri ayrı bir kelimeyle ifade ediyorlar İngiltere'de mesela. Kadın-erkek birlikte, bir canlı türünü ifade edecekleri tek kelime yok.
Amerikan Başkanı Rosevelt BM insan hakları beyannamesiyle ilgili diyor ki, “Bu, bütün insanlığın Magna Carta’sıdır”. Sembolik olarak doğrudur. Ama Magna Carta’da human yok, insan yok. “Man” var, yani erkek. Erkeklerin haklarından bahsediyor orada. 17. Yüzyıl başına kadar, insan hakları ibaresinin en temel, kurucu kelimesi yok.
"Zihniyet farkı, çifte standartlı uygulamalara yol açmaktadır"
Mesele sadece bir kelime değil. Mesele, varlığa, canlı türüne, insana bir bakış, kategorizasyon, zihindeki ve kültürdeki kategorizasyon. Zaten zihinde bir kategorizasyon olduğu için tek bir kelime içinde değil de farklı kelimelerle ifade ediliyor kadınlar ve erkekler. Tek bir kelime ile ifadeye geçtikten sonra da, bu kategorik yaklaşımın sona erdiğini söylemek mümkün değil. Kültürdeki ve zihindeki derin izler varlığını koruyor.
Ben insan haklarıyla ilgili Batılı doktrinde en temeldeki problemin bu olduğunu düşünüyorum. İnsan haklarıyla ilgili farklı standartlardan bahsediyoruz ama esasen "insan" dediklerinde Batı'daki siyasetçilerin, hukukçuların, akademisyenlerin gerçekten bizim anladığımız manada kapsayıcı ve eşit bir "insan"ı kastettiklerine dair soru işareti varlığını korumaktadır.
Batılı zihin dünyalarında parçalar halindeki kadın ve erkek varlıklarının özünde tek bir varlık olarak ifadesinin ancak iki farklı varlığın birleştirilmesiyle ortaya çıktığına da dikkat çekmek isterim. Halbuki bizim zihin dünyamız, kadın ve erkeği tek bir varlığın, insan varlığının iki tezahürü olarak görmektedir. İnsan haklarına dair kültürel kodlardaki bu zihniyet farkı, çifte standartlı uygulamalara yol açmaktadır.
Dolayısıyla, bugün, Afrikalıların, Asyalıların, doğuluların, müslümanların, yabancıların, göçmenlerin yaşadıkları sorunun temelinde, kelimeler soyut, genel anlamlarına kavuşmuş olsa da, hala o zihnin arkasındaki paradigmanın, yani yazılımın varlığı yatmaktadır.
Avrupa dışına çıktığınızda farklı bir insan hakları konsepti, beyaz olmayan insanlara karşı farklı bir insan hakları konsepti, Müslümanlara karşı farklı bir insan hakları konsepti, kadınlara karşı farklı bir insan hakları konsepti, Batılı zihin dünyasının tarihi zihinsel kodlarında, DNA’sında yer alan tanımlara dayanmaktadır. Böyle olunca batının insan hakları yaklaşımı, batı sınırları dışında, hukuki bir konu olmaktan çıkarak, bir politik araca dönüşmekte veya bir politik araç olarak anlaşılmaktadır. Bu dile getirdiğim husus sadece bir teorik tartışma konusu değil artık. Avrupa'da yaşayanlar dahil, bütün insanlığın en önemli risk alanı olarak karşımıza çıkıyor.
"Asgari düzeyde insani hayat standardı olmadığı sürece kimse huzur içinde olamaz"
Küreselleşme bizi, bütün insanlar olarak birbirimize öyle bir bağladı ki, bundan sonra, dünyanın her yerinde ve herkes için barış, çifte standartsız insan hakları, asgari düzeyde insani hayat standardı olmadığı sürece hiç kimse huzur içinde olamaz, huzur içinde kalamaz.
İnsanı esas alan, bir tarağın dişleri gibi insanların tam ve gerçek manada eşitliğine dayanan, politik bir araç olarak değil sadece hukuki bir konu olarak görülen bir küresel insan hakları doktrini artık sadece bir teorik ahlaki bir tercih meselesi değil zorlayıcı bir dünya gerçekliğidir.
Sizleri daha iyi bir yeryüzü, daha vicdanlı bir gelecek, daha mutlu ve umutlu bir hayat temennisi ile selamlıyorum.
Konferansta daha sonra Türkiye-Moğalistan ombudsmanları ile Türkiye-Sri Lanka ombudsmanları arasında işbirliği protokolleri imzalandı.
Rusya ve Ukrayna ombudsmanları ile görüştü
TBMM Başkanı Mustafa Şentop, konferansa gelişinde Kamu Başdenetçisi Şeref Malkoç, Ukrayna Ombudsmanı Dmytro Lubinets ve Rusya Ombudsmanı Tatiana Moskalkova ile kısa bir görüşme gerçekleştirdi.
Şentop'un her iki ülke ombudsmanına da kendilerini konferans vesilesiyle Türkiye’de ağırlamaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdiği belirtildi. Şentop'un görüşmede "Türkiye, Cumhurbaşkanı'mızın liderliğinde Rusya ve Ukrayna Savaşı'nın sona ermesi için büyük gayret gösteriyor. Bu savaşın dinamikleri çoktur ama en önemli mesele sivillerin ölmesi, zarar görmesi" dediği aktarıldı.
Şentop'un ilk etapta insani ateşkesin sağlanmasının önemini belirttiği ve savaş devam ederken önemli adımların atıldığını vurgulayarak "Tahıl koridoru, esir mübadelesi sağlandı. İnsani ateşkesin sağlanması için gayretimiz devam edecektir. Siviller için yapabileceğimiz bir şey olduğunda desteğimiz olacağını ifade etmek isterim" dediği öğrenildi.
Ukrayna Ombudsmanı Lubinets'in, tahıl koridoru başta olmak üzere yaralılar ve çocuklar konusunda yaptıklarından dolayı Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye’ye teşekkür ederken, Rusya Ombudsmanı Moskalkova da temel hakkın insan hayatı olduğunu belirttiği ve Türkiye’nin yaralı ve sivillere yardımı için teşekkürlerini dile getirdiği kaydedildi.