Şimdi biraz eskiye gitmek lazım. Sizi çocukluğumun geçtiği mahalleye götüreyim. Zaten Türkiye’nin her yerinde, yaşananların bir örneği olacaktır. Mahalle kültürü şimdilerde azalsa da komşuya evde pişeni “kokmuştur” deyip götürmek ruhumuzda var. Biri hastalanınca bütün mahalle yardıma koşar, komşusunun çorbasını pişirir, ilacını alır.
Sofralar hep kalabalıktır. Türkiye'de insanlar sıcaktır, misafiri, kalabalık ortamları sever. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpmek sadece bir telefon konuşmasından ibaret kalmaz, gelenektir. Komşuluk ilişkileri kuvvetlidir, demlikte çay, dilde sohbet hiç eksik olmaz.
Balkonda bir mangal yandı mı ya herkes katılır ya da onun ateşi de yakılır. Kimse davet beklemez. Çat kapı komşu ne yapıyor şöyle bir bakılır. Bizim mahalleyi de böyle anımsıyorum. Çocukken pek anlamaz, bazen yakınırdım. “Ayaklarımı uzatamıyorum, odamda takılacağım, anne kitap okuyacağım ben” gibi türlü bahanelerle odadan dışarı çıkmak istemezdim. Annem ise, “Kızım gel bir selam ver, el öp, yine geç odana, ayıp” derdi. “Bak yarın öbür gün düğünün olur, ölüm olur, kalım olur kimse sana gelmez.”
Kahvaltılar yazın evlerin balkonlarında yapılır, sabahtan başlardı sohbet. Elinde çayı, kahvaltı keyfindeyken annem karşı komşusuna seslenir: “Öğlene kahveye gelin.”
Mahallenin bir de büyüğü vardı. Bizim evden sesler yükseldiğinde, yolunda gitmeyen bazı şeyler olduğunda alt merdivenlerden öksürerek gelirdi. Kapıyı çalar, bir şeyden haberi yokmuş gibi salonun başköşesindeki koltuğa oturur; “Ne yapıyorsunuz? Şöyle bir kahve içeyim, Damla bana yapar dedim” derdi.
Ramazan’daki o telaşı da hatırlıyorum. Evlerde toplanır, yüzlerce yufkayı yorulmadan, sıkılmadan açardı mahallenin kadınları. Tepsi tepsi baklava yapılır, gücü olmayana hemen yardıma koşulurdu. Ya o iftarlar...
Bir düğün günü gibi hatırlıyorum. Upuzun mahallemize boydan boya ışıklar takılır önce, masalar konur, üzerine örtüleri. İftar saatine az kala kapılar tek tek açılıp evlerde pişen masalara konulur. Herkes aşağı... Yüzler ne olursa olsun güler. Garip bir huzur var insanın içinde. Top patlar, ezan okunur... Bir arada kurulan o sofralar yine bir arada toplanır. Kimseye yük olunmaz.
Hastalık zamanları da evler boş kalmaz.
Şimdilerde ise bütün bir hayat evlere sığıyor. Komşuya balkondan sesleniyor, sevdiklerimizin sesini duymakla yetiniyoruz. Yine komşumuzu düşünüp sokağa çıkmıyoruz.
Kimi komşularını kimi okulunu özledi
Peki bu günlerde neler oluyor o sıcak mahallelerde? “Neyi özlediniz?” diye sordum dolaşıp. Ayrı dünyalar yine bir arada. Sıkıştırılmış bir yaşam alanında çocuklar ayrı, büyükler ayrı dünya kurmuş evlerin bahçesinde.
Önce, 65 yaş sınırına takılıp bir süredir sokağa çıkamayan İsmail amcayla karşılaştık. Evinin bahçesindeki şeftalileri seviyor, türkü söylüyordu. Bizi görünce yüzü güldü. Uzaktan uzağa biraz sohbet ettik. “Neyi özledin?” diye sorunca arkadaşlarını andı, “İnsanları özledim” dedi.
“Ne iyi oldu geldiniz, akşama kadar 3 araba geçiyor.”
Kapı kapı gezdikçe benim de özlemim kabardı. Elindeki işi bırakıp toprağa ektiği marulu, soğanı söküp uzattı mesela Ayşe abla; “Akşama güzel bir salata yap.”
Hayatı eve sığdıranların cevapları beklediğim gibi oldu aslında; bir arada olmak, dostlar, iftar sofraları... En çok özledikleri şeyleri yine en sevdikleriyle yapmak istiyorlar. Tek başına yapılacak hiçbir cevap almadım. Hep kalabalık özlemler...
Görüntü: Bülent Serin
Kurgu: Cihan Karaahmetoğlu