Kış aylarıyla birlikte soğuk algınlığı, nezle ve grip gibi hastalıklar sıklıkla görülüyor. Bu hastalıklardan doğal yollarla korunmak ve bağışıklık sistemini güçlendirmek isteyenler şifayı bitki çaylarında arıyor. En çok tercih edilenler ıhlamur, ada çayı, rezene, yeşil çay, biberiye, zencefil, zerdeçal ve tarçın… Ancak bu bitkilerin nasıl ve ne orada tüketilmesi gerektiği de önemli.
“Bitki çaylarından mucize beklememek gerekiyor”
Farmakolog Doç. Dr. Zülfiye Gül, öncelikle üst solunum yolu hastalıklarında sıklıkla tüketilen bitki çaylarının ilaç gibi görülmemesi gerektiğine vurgu yapıyor. Bitki çaylarının hastalığın ilk evrelerinde iyileşmeye destek olarak kullanılabileceğini dile getiriyor ve ekliyor:
“Bitki çayları bağışıklık sistemimizi güçlendirmemizi sağlayabilir. Çünkü bu bitkiler yüksek oranda antioksidan içeriyor. Yani vücudumuzdaki toksinleri toplayıp atacak moleküllere sahipler. Ama hastalık ilerledikten sonra bu bitkilerden çok da fazla mucize beklememek gerekir. Bir çayla ilacın vereceği etkiyi elde etmek mümkün değil. Asla bir ilaç yerine koymamak gerekiyor.”
“Karışım çaylardan uzak durun”
Doç. Dr. Gül, ‘kış çayı’ adı altında karışım halinde satılan çaylara dikkati çekiyor ve bunun önemli bir sorun olduğunu vurguluyor. Karışım çayların kimin tarafından hazırladığını, içinde hangi bitkinin ne oranda olduğunu bilmediğimizi hatırlatıyor ve aslında bu çayları tüketmenin faydadan çok zarara yol açabileceğini şu sözlerle ifade ediyor:
“Karışım çaylardan uzak durmalıyız. Çünkü bu bitkisel karışımlar, çok bilinçli kişiler hazırlasa bile bir kimyasal bombardımanı haline geliyor. İçinde hangi ürünün ne kadar olduğunu bilmediğimiz için dozu hesaplayamadığımız için belirsiz bir risk doğuyor. Benim tavsiyem bu ürünlerin tek olarak tüketilmesi yönünde.”
Bitki çayı tüketirken kimler nelere dikkat etmeli?
İşin aslı uzmanlar bile bu soruya net bir yanıt vermekte güçlük çekiyor. Çünkü her bitkinin kendine özgü kimyasal özelliği var ve dozunun önemi de ona göre değişiyor. Ancak şu nokta kesin ki kronik hastalığı olanlar, bitki çayı tüketirken çok daha fazla dikkatli olmalı. Doç. Dr. Gül bu durumu şöyle açıklıyor:
“Çünkü bitki dediğimiz şey aslında bir eczane yani onun içinde de bir sürü kimyasal madde var. Kullandığımız doza göre vücudumuzu etkileme oranları var. Örneğin bir tansiyon hastası ya da şeker hastası, sürekli aynı bitki çayını çok fazla dozda kullanırsa her gün aldığı ilacın emilme veya vücuttan atılma dozunu etkileyebilir. Bu bitkiler ilacın vücuttan atılımını ya da emilimini etkileyeceği için hastalığın seyrini de değiştirecektir. Bu da ciddi komplikasyonlara, hayati tehlikeye kadar varacak sonuçlara sebep olabilir.”
Bu nedenle kronik hastalığı olanlar bitki çayı kullanmak istiyorlarsa mutlaka öncesinde doktorlarına danışmalı. Kronik hastalığı olmayan sağlıklı kişiler için de uyarılar var Farmakolog Doç. Dr. Gül’ün. Yine karışım yerine bitki çaylarını tek başına tüketmelerini öneriyor ve bir örnek üzerinden anlatıyor:
“Yapraklı bitkiler daha çok demleme usulü ile hazırlanır. Kök bitkiler ise kaynatılır. Örneğin ıhlamur demlenecekse iki üç tutam ıhlamur 2-3 bardak suda demlenir. Tüketim miktarı da önemli. Günde iki bardak tüketmek normal.”
Burada gebeler için de bir parantez açıyor Gül ve karışım çay uyarısını onlar için de yapıyor. “Çünkü o çayların içinde çok fazla değişik bitki bulunmakta. Her bir bitkide aslında kimyasallar var. O kimyasalların gebelik sürecinde bebeği ve anneyi nasıl etkileyeceğini bilmediğimiz için bu anlamda çok riskli” diyor.
“Antioksidanın fazlası da zarar”
Bitki çayları, vücudumuzdaki zararlı toksinlerin atılmasını sağlayan antioksidanlar açısından zengin. Bağışıklığı korumak ve güçlendirmek için sıklıkla tüketilmesi durumunda ise bu kez ortaya başka bir tablo çıkabiliyor. Çünkü antioksidanın fazlası da zarar veriyor. O zararı Doç. Dr. Gül bakın nasıl anlatıyor:
“Antioksidan dediğimiz madde, gidip toksine yapışıp onunla bir bağ kurup onun atılmasını kolaylaştırıyor. Çok fazla antioksidan kullandığımızda bir süre sonra bu antioksidanlar kendileri de toksin gibi davranmaya başlıyor. Vücuda zarar vermeye başlıyor. Bağ kurmaya çok elverişli olduğu için çok artınca bu sefer gidip bizim moleküllerimize yapışıyor. Önemli enzimlerimize, proteinlerimize, aminoasitlerimize yapışıyor. Onlar da görevlerini yapamıyor. Bu da hücre yapımızın bozulmasına neden oluyor.”
Grafik: Nursel Cobuloğlu