17 Ağustos Marmara Depremi'nin olduğu gün bir yandan ailelerini güvence altına almaya çalışan gazeteciler, bir yandan da görevlerini sürdürmeye ve halkı bilgilendirmeye çalıştı.
Türkiye Gazeteciler Konfederasyonu Marmara Gazeteciler Federasyonu Genel Başkan Yardımcısı Müjdat Çetin, yaptığı açıklamada, 17 Ağustos Marmara Depremi'ne gece uyku sırasında yakalandıklarını anlattı.
İlk sarsıntıyla yataktan fırladıklarını, yaşanan ikinci sarsıntının ardından mahallede çığlık ve feryatların yükseldiğini dile getiren Çetin, "Her şey bir anda olup bitti. 7,4 şiddetinde bir depremdi. Belki de böyle bir deprem, Türkiye'de ilk defa yaşanmıştı. Etki alanı çok olduğu için bunun boyutunu o anda anlayamadık ama hakikaten yatağımızdan fırlayıp sokağa çıktığımızda karşı binalarda özellikle apartmanların yıkıldığını gördük. Sadece apartmanlar değil, yıkılan tek katlı, iki katlı evler de vardı. O gece hakikaten dehşet anıydı." diye konuştu.
Çetin, deprem zamanı Sakarya'da fındık dönemi olduğu için birçok insanın şehirde olmadığını, o nedenle yıkımın çok fazla olmasına rağmen ölüm az olduğuna dikkati çekti.
17 Ağustos Marmara Depremi'nde yerel bir gazetede çalıştığını, haberleşme açısından çok büyük sıkıntı çektiklerini dile getiren Çetin, "İlk hengameyi atlattıktan 21 gün sonra yerel gazeteyi çıkardık. Hakikaten o gün Sakaryalılara bir ihtiyaçtı. Yerel medya, deprem sonrası daha çok kıymete bindi çünkü insanların haberleşme ağı sadece yerel medya oldu. İnsanlar, 'kim kaldı, kim gitti, neresi oldu, ne bitti', yerel medyadan öğrendi. Halkımız, depremle birlikte yerel medyanın önemini kavramış oldu. Allah, bir daha o günleri göstermesin." dedi.
"Çocuklarımın 'baba ne oluyor?' çığlığı hala kulaklarımda"
Sakarya Gazeteciler Birliği Başkanı Zeki Aydıntepe de 17 Ağustos günü şiddetli bir sesle uyandığını belirterek, o arada "imdat" sesleri geldiğini, karanlıkta binaların birbirine girdiğini gördüğünü söyledi.
Çocuklarının "baba ne oluyor?" çığlığının hala kulaklarından gitmediğini vurgulayan Aydıntepe, şunları kaydetti:
"Sonra biz oradaki küçük bir meydanda aileyi topladık. Bir sürü kalabalık, ellerinde fener ve ışıklarla gelip gitmeye başlamıştı. Ağustos sıcağına rağmen herkes üşüyordu, adeta titriyordu. Eve birkaç giyecek almak istedim. 'Gitme, sallantı devam ediyor' demelerine rağmen girip giysi alıp çıktığımda, geçerken ahşap evin bir enkaz halinde üst üste yığıldığını gördüm. O sırada cılız bir 'Allah' sesi duydum. Ortalık toz dumandı. O ara karşıdan gelen elinde iki fener olan genç çocuk gördüm. Dedim ki 'Şurada bir teyze ses veriyor ama çok cılız. Eğer ışığı tutarsanız belki yakalayabiliriz.' 'Teyze, teyze' diye seslendiğimizde ses çıkmadı. Çocuklar ayrılırken bir baktık, yine o ses geldi. Bu sefer elimizdeki fenerle o tahta ahşap evin parçalarını kaldırırken yaşlı teyzenin saçları elime geliverdi. Saçları gelince kafasını hafif silkeledim. İki tahta arasına ayağı sıkışmış ve kırılmıştı. Kadını kurtardıktan sonra eşimin ve çocuklarımın olduğu rahat mekana götürdük. Depremin bende bıraktığı en büyük iz, o ninenin 'Allah' diyen cılız sesiydi."
Deprem sonrası adeta küçük mahşer yerini yaşadıklarını anlatan Aydıntepe, insanların kararsızlık içerisinde dolaşıp durduğunu ifade etti.
Sabah gazeteye gittiklerinde elektrik olmayınca yardım için sokaklara çıktıklarını, röportaj yapacak durumda da olmadıklarını aktaran Aydıntepe, "Onun haricinde yapacağımız bir şey yoktu. Sonrasında kolektif şekilde şehre yardım gelmeye başladı. Allah bir daha böyle acılı bir günü ne memleketimize ne de düşmanımıza göstermesin. Adapazarı, bu açıdan talihsiz bir şehir. Hemen hemen 30 yıllık periyodik aralıklarla böyle büyük depremler yaşıyor. Buna göre hazırlıklı binaların olması lazım." şeklinde konuştu.
"Biz de gazeteci olarak travma yaşadık"
Gazeteci Hüseyin Cumalı da 17 Ağustos depremine herkes gibi evde yakalandığını, çocuğunun üzerine dolap devrildiğini, onu kurtardıktan ve ailesini garantiye aldıktan sonra çalışmaya başladığını anlattı.
O gece insanoğlunun ne kadar çaresiz olduğunu gördüğünü ifade eden Cumalı, "Bu kentte 32 yıllık gazeteciyim. Bu yaşadıklarım, hiçbir zaman unutulacak gibi değil. Biz de bir gazeteci olarak travma yaşadık çünkü insanlar mahalle mahalle olaylara şahit oldu, oysa biz bütün kentteki olaylara şahit olduk. O sabah hayatımda görmeyeceğim kadar çok ceset gördüm. Çok acı günler yaşadık." dedi.
Devletin depremden büyük oranda ders aldığına inandığını ancak vatandaşın hala ders aldığına inanmadığını dile getiren Cumalı, sözlerini şöyle tamamladı:
"Halk arasında 'yorgun boksör', 'beton tabut' dediğimiz bir sürü bina var. Depremden sonraki yıllarda makyaj yaptılar, birçok insana kiraya verdiler. Bu binalar hala bizimle birlikte duruyor ancak yaşayacağımız olası bir depremde çok katlı binaların ne olacağı belli değil. Kimi güçlendirdik diyor ama biz yüksek katlı bina sorununu atlatamadık. Sakarya'nın en büyük sorunu, yüksek katlı binalar. İnsanlarda şöyle bir psikoloji var; depremden sonra kendilerine emin evler yaptılar, iş yerlerine ve yüksek katlı binalara bakmadılar. 'Ben evimi 10 şiddetindeki depreme dayanıklı yaptım, dolayısıyla güvendeyim.' diyorlar. Peki deprem gece mi olacak? Ya gündüz olursa bu çok katlı iş yerleri ne olacak? Bu sorunu Sakarya olarak aşamadık."
"İnsanlar çabuk unuttu ama biz depremi hala unutmadık"
Gazeteci Mehmet Karakaş ise deprem günü izinden döndüğünü, ailesinin de Giresun'da kaldığını belirterek, o gün havanın çok sıcak olduğunu anlattı.
Yatakta yatarken büyük bir gürültüye uyandığını, evin büyük hasar gördüğünü ancak yıkılmadığını aktaran Karakaş, kamerayı alıp Adapazarı'nın merkezine gittiğini, her tarafın yıkıldığını gördüğünü söyledi.
"Her yer karanlıktı. Sadece araçların far ışıklarıyla görebiliyorduk." diyen Karakaş, "İnsanlar koşuşuyor, yaralananlar, bağıranlar var. Sabah olduğunda hasar gerçekten çok büyüktü. Bazı insanlar o günleri çok çabuk geçti, biz hala unutmadık. Çok dostumuz, arkadaşımız depremde can verdi, tabii ki üzüntümüz büyük. Allah, bir daha böyle bir deprem göstermesin." dedi.
Karakaş, enkaz altında sıkışan ve "kurtarın beni." diye bağıran insanlara yardım edemediğini, çaresiz olduklarını vurgulayarak, "Yardım etmeye gideceksin fakat o göçüğün, kolonların altına gidemiyorsun. İnsan vicdanen gerçekten üzülüyor. Hem çekim yapıyoruz hem de vicdan azabı duyuyoruz. Vatandaşın ayağı sıkışmış, acı içerisinde kıvranıyor. Bağırdıkça tabii bizim içimiz sızlıyor. Bu, benim gördüğüm sadece küçücük bir tanesi." diye konuştu.