Hatay’a vardığımızda gün doğumuna daha birkaç saat vardı. Şehir karanlığa gömülmüştü. Göz siyaha alışmıyor. Hep bir ışık beklentisi...
Gün doğmaya başladığında nerede olduğunu, ne olduğunu fark ediyor insan. Şehrin her yanı enkaz, her enkazda büyük bir acı.
Sıradan bir günde içinizi ürperten ambulansın o acı çığlığı burada umudun sesi... Ambulans sirenlerini açmışsa, herkes biliyor ki bir can var içinde, hayata tutunmaya çalışan...
İlk göze çarpan büyük bir yıkım. Bugüne kadar savaş bölgelerinde bile görmediğim kadar büyük bir yıkım. O ilk şokla yıkıma odaklanıyor insan. Sonra kurtarmak için Türkiye’nin dört bir yanından koşan, canla başla çalışan insanları fark etmeye başlıyor göz.
AFAD, asker, polis, jandarma, sağlık çalışanları, madenciler, gönüllüler, iş makinesi operatörleri, inşaatta çalışmış demirciler, kaynakçılar, belediye kurtarma ekipleri, bölgeye sonradan ulaşan, yabancı kurtarma ekipleri, ilaç taşıyan motokuryeler ve daha birçok insan.
Türkiye sınırlarla şehirlere ayrılan bir ülke olmaktan çıkıp büyük bir aileye dönüştü deprem bölgelerinde… Enkaz başlarında sabaha kadar yakılan ateşin yanında birbirini tanımayan insanlar bekledi. Endişeyi umuda çevirip, soğuk gecelerde ayakta kalabilme gücü verdiler birbirlerine…
Kısık bir sesin peşinde saatlerce emek verenler
Yerle bir olmuş bir binanın başında, canından bir parçayı beklemek hiç kolay değil. O enkazı ellerin parçalanana kadar kazıp içinden sevdiklerini çıkartmayı istemek, içinde kopan kıyamete rağmen oturup beklemek zorunda kalmak, bunu kabullenmek insanın en çaresiz kaldığı anın hayattaki karşılığı.
Zamanla yarışan kurtarma ekipleri "sessizlik" diye bağırdığında enkazın içinden, canından bir parçanın sesini duymak ve gücünün, umudunun en tükendiği noktada, yeniden dimdik ayağa kalkıp kavuşma anını beklemek. Beklemenin en zor olduğu yer orası, yüzlercesine şahit olduğumuz enkaz başları.
Orada çaresizlik, kurtarma ekiplerinin çöken binaların altındaki insanlarla ilk teması kurduğu, onunla konuştuğu, dokunduğu ve "merak etme seni çıkaracağız oradan" dediği anlarda bir mucizeye dönüşüyor.
Anlatıldığında değil ancak yaşadığınızda, gördüğünüzde anlaşılabilecek kadar mucizevi ve kusursuz bir an.
"Seni bu enkazdan çıkartmadan gitmeyeceğim"
Enkazda çalışan kurtarma ekiplerinin hepsinin, istisnasız hepsinin inanılması güç bir dayanıklılığı var. Saatleri bazen günleri deviriyorlar enkaz başında ama inatla küçük bile olsa her umudun peşinden gidiyorlar.
Hele ki ses duydukları, ısı aldıkları alanlarda onları izlemelisiniz. Ekranlara yansıyanın çok daha ötesinde anlar yaşanıyor orada. Her biri, sanki kendi ailesinden bir ferdi enkaz altından çıkartmaya çalışırcasına mücadele ediyor. Enkazdan çıkartırlarken onlara kavuştukları andaki duygu, enkaz başında bekleyen ailelerininkinden farklı değil. İnsan onları izlerken, düşünmeden edemiyor; bu nasıl bir inanç, direnç, mücadele ve emek...
Bir enkazın başında 100. saatte, kurtarma ekibinden birinin sesi yankılandı, "seni bu enkazdan çıkartmadan buradan gitmeyeceğim" diye. Öyle bir inanmışlık hali ki arama kurtarma ekiplerinin yaşadığı, enkaz alanındaki tüm zorlukları yok edecek kadar güçlü.
Enkazdan kurtarılanlar sağlıkçılara emanet
Türkiye'nin farklı illerinden gelen sağlık çalışanları enkaz altından çıkan her bir kişiye güler yüzleriyle "merhaba" diyor. Bazen enkazın içinde açılan damar yoluyla başlıyor ilk müdahale sonra sedyede, ambulansta ve hastanede... Karanlıkta, enkazın içinde bulunabilecek miyim diye bekleyen herkes, ulaşıldığı andan kısa süre sonra sağlıkçılarla yüz yüze geliyor.
Arama kurtarma ekiplerinin mutluluk gözyaşını sağlıkçılar devralıyor. Aynı duyguyla, kendi ailesinden biriymişçesine gerekli müdahaleyi yapıp en yakın hastaneye götürüyorlar. Sonrasında da devreye daha sonraki süreçleri takip edecek diğer sağlık çalışanları giriyor.
Mehmetçik
Deprem bölgesine gittiğim ilk andan itibaren, kafamızı nereye çevirsek Türk askerini gördük. İlk andan itibaren... İlk anda gördüklerimiz, gittiğimiz deprem bölgelerinde görev yapan askerlerdi. Aralarında enkaz altından çıkıp kurtarma çalışmalarına katılan komutanlar bile vardı. Unutulmaması gereken çok sayıda askerin de bu depremde şehir olduğu gerçeği.
Türk askeri, enkaz başında hayat kurtardı, enkaz başında bekleyen ailelerin yanında oldu, hatta çocuklarla oyunlar oynayıp onların psikolojisine de destek oldu.
Deprem bölgesine ilk gelen Doğal Afet Arama Kurtarma Taburu, ekibin içindeki arama kurtarma köpekleriyle 20'den fazla insanın enkazdan sağ çıkarılmasını sağladı. Mehmetçik her enkazın başında çalıştı. Hala da deprem bölgelerinde gerekli her noktada varlar.
"Bana bir tane yeter, başkasına lazım olur"
Hatay’da merkez olarak kullandığımız yer bir süre sonra aynı zamanda “ihtiyacı olana iletirsiniz” diye yardımlardan bir kısmının bırakıldığı alan haline de dönüştü.
İnsan böylesi bir afette, kendisinden istenen bir şeye "maalesef bizde yok" demeye utanıyor.
4 çocuğu olan bir aile de anne bulunduğumuz yere gelip, çocukları için iç çamaşırı istedi. Her şeyleri enkaz altında kalmıştı. Malzemeler içinde vardı, birkaç tane iç çamaşırı verdik. O anne bir tane aldı gerisini bize verdi, "başkalarının da ihtiyacı olur bu bana yeter" diyerek.
Yetinmek, yeter demek, elinde hiçbir şeyin kalmamışken hala başkalarını düşünmek…
Buna benzer çok an yaşadık. Bunlar anlık yaşanan, görüntülenemeyen, fotoğraflanamayan, sadece hafızalara kazınan anlar.
Madenciler
Ekmeğini yerin altından çıkaran madenciler. Yerin altını, karanlığı en iyi bilenler. Çizmem kirli diye sedyeyi kirletirim diyecek kadar tertemiz kalbe sahip olan madenciler.
Onları enkaz alanlarında görmek, başka bir duyguydu. Çünkü onlar yerin altını, altında kalmayı öyle iyi biliyorlar ki, daha güçlü, daha dirençli, daha umutlu yüz ifadeleri.
Enkaz başında yakınlarını bekleyen binlerce insan için de umut oldular. Sessizce geldiler, bir kenarda bir bardak çay içip enkaz başlarına döndüler. Saatlerce günlerce çalıştılar.
Enkaz altından çıkan 3 bidon zeytin
İlk günden itibaren 112 kıyafetiyle oradan oraya koşturan, enkaz başında gece gündüz çalışan bir adam dikkatimi çekiyordu. Enkazdan sağ çıkarılan olunca gözyaşlarına boğuluyordu sevinçten. Aradan günler geçtikten sonra tanıştım Ahmet'le. O oradan oraya yardım için koştururken meğer 600 konutta annesini, babasını, kardeşini kaybetmiş. Babası o evde bahçe kurmuş ve çok severmiş bahçesini. Depremden önce her seferinde "baba bu bahçeyi her şeyden çok seviyorsun seni buraya mı gömsek" diye aralarında şakalaşırlarmış. O bahçenin olduğu binada enkaz altında hayatını kaybedeceğini hiç akıllarına getirmeden. Annesi "güzel oğlum" diye severmiş Ahmet'i…
Ailenin tek oğlu Ahmet, görev yaptığı Hatay'da anne babası ve kardeşinin yaşadığı evin önünden geçerken farklı çalarmış Ambulansın kornasını, bir nevi selamlaşmaymış aralarındaki. "Annem benim onu kurtaracağımı düşünüp beklemiştir diye anlatırken gözlerinden yaşlar dökülüyor, anılara gidiyor. Annesi Ahmet ne zaman bir sıkıntı yaşasa hissedermiş, Ahmet anlatmazmış ama annesi arar sorarmış iyi misin diye. Şimdi bunlar ve daha birçok an kaldı geriye Ahmet için o enkazdan. Hatırladığı ve hala hatırladığı her anı için gözyaşı döktüğü. Ahmet’in sağlıkçı eşi Songül onun yanından bir an ayrılmıyor. Bazen onunla gözyaşı döküyor bazen onu ayağa kaldırmak için daha güçlü duruyor. İki kızları var. Bir süre, Hatay yeniden eski günlerine kavuşana kadar başka bir yerde yaşayacaklar. Ama ailece geri dönecekler bir gün yeniden. Ahmet "annem, babam, kardeşim beni bekler” burada diyor.
Ahmet anıların arasına hep bir zeytin hikayesi de sığdırıyordu, meşhur bir zeytinleri varmış. Babası bidonlara koyarmış. Eşi Songül de "inşallah size o zeytinlerden yedirmek nasip olur" diyordu hep. Zaman zaman yanımıza gelirdi Ahmet ve Songül. Görevden döneceğimiz gün eşini yanımızda bırakıp bir süre gitti Ahmet… Sonra 3 bidon zeytinle geri geldi. Anne babasının ve kardeşinin yaşadığı evin enkazından çıkardığı 3 bidon zeytin. Bize verdi zeytinleri. Babandan hatıra dedik, "olmaz" dedi. "Siz yiyin yedikçe de dua edin onlara..."
Öyle hassas ve insani anlar yaşanıyor ki deprem bölgelerinde hangisini anlatsanız eksik kalır.
Acının en ağırını yaşayan depremzedelerin bir kısmı bir gün mutlaka dönecekleri sözüyle ayrılıyor o şehirlerden. Çünkü bir gün tüm acılara rağmen her şeyin yeniden yeşereceğini biliyorlar.