06.02.2023… 04:17
Ertesi gün izinli olmanın verdiği rahatlıkla uykuya daldım. Bulaşıklar tezgahta, çamaşırlar askıda…’’ Yarın yaparım nasılsa’’…
Telefonum çaldı. Gazeteciyseniz o telefon hep açık ve yanı başınızdadır. Alarm sandım önce ‘’ne çok uyumuşum iş saati gelmiş’’
’’ ALO…’’
‘’Damla çok büyük deprem oldu hazırlan…’’
İdrak, hazırlanma ve yola çıkma süreci…
İzmir’den başlayan uzun bir yolculuğa çıktık. Radyo açık, telefondan olanı biteni anlamaya çalışıyoruz bir taraftan. Adana, Antep, Urfa, Maraş… Yayınlar bir süre Diyarbakır’dan gitti. Hatlar çöktü internete erişim yok! Diyarbakır sandık önce en kötü yeri… Sonra Adana..’’ Deprem oluyor, Çağlar koş’’ İlk çaresizliği aracın içinde hissettim. Bölgedeki arkadaşlarımın sesini duydukça ‘’Çağlar çekil, yaklaşma binaya Çağlar koş’’ diye diye ilerledi yol… Osmaniye’nin sesini duyduk sonra… Biz ise depremin merkez üssüne ulaşmak için Konya’ya kadar geldik. Kar, soğuk, yollar kapanmış. Onlarca ambulans, itfaiye ve AFAD aracı bizimle birlikte aynı yoldaydı. Saatler sürdü Konya’dan çıkmamız. Hepimizin gideceği yer belli. Can yanıyor, kalp atıyor, gözler yaşlı ama trafik bir gram ilerlemiyor.
Çıktık Konya’dan. Ereğli, Niğde derken yıllarımı geçirdiğim ilk görev yerim Adana’ya ulaştık. Adana sessiz bir çığlığın içinde gibi, Adana karanlık, içinden otobüsler geçiyor, otomobiller son sürat ilerliyor…
-Abi bak ben şu mahallede oturdum…’’
Maraş ağlıyor
Adıyaman ağlıyor
Hatay ağlıyor…
Bizimse geçmemiz gereken bir dağ var hala…’’Nurdağı’nda viyadük çökmüş, yollar birbirinden ayrılmış ara yollar bulun’’ Otoyol girişine geldik yol kapalı, polis bekliyor.
- Abi bizim geçmemiz lazım
- Geçersiniz de 20 kilometre gider geri dönersiniz tehlikeli, olmaz!
- Olsun bakalım biz deneyelim olmadı döneriz…
Şeridi aşıp geçtik… Kayıp otoban…3 kilometrelik tünel bir ömür sürdü sanki. Depremin ilk izini bu otobanda gördük. Yarılan yollara taşlardan yeni bir yol yapa yapa geçtik. Bunu da atlattık derken daha büyük bir engelle karşılaştık. Doğru muydu yaptığımız? Ya o anda bir deprem daha olsaydı?
Geçtik o yolları bir rüya gibi. Vardık Pazarcık’a… Saat 02…
Hadisenin büyüklüğü üzerine bir karanlık çökmüş. Sokak kenarlarında yakılan ateş aydınlatıyor ilçeyi. Ağlamaktan sesi kısılmış herkesin, gözyaşı sessiz akıyor. Arabaların motor sesi, kırmızı battaniyeler… Hastaneye koştuk. Hasar görmüş bina, hastalar tahliye ediliyor. Bahçesine sahra çadırları kuruluyor. Bir koşuşturma var ama bilinç kayıp. İşimizi mi yapsak, kaybettiklerimize mi ağlasak, nereye varsak nasıl yetişsek? Herkesin kafasında akan düşünceler aynı, her göz göze geldiğim insanla aynı anda aynı şeyleri düşünüp yere eğiyoruz başımız. Her evde bir cenaze, her enkaz mutlaka birine uzanıyor. İzmir’e, Sivas’a, Balıkesir’e, Samsun’a düşen aynı ateş…
Gün aydınlanınca netleşti resim. Saymayı bıraktım nerede kaç enkaz…100 metrede bir aynı ses’’ Sesimi duyan var mı?’’ Enkaz başları kalabalık, kollar birleşmiş gözler bir yere odaklanmış
Kiminin son ayıydı taksitinin, kimi 25 yıl sonra çadırdan kurtulup çatılı bir hayale ulaşmıştı, kimi akraba ziyaretine gelmiş, 40 günlük bebeğini emziriyordu kimi, yuva kuracaktı ertesi gün tek tek seçti mobilyasını. Kimi, perdelerin en güzeli örttü penceresini, çantasını hazırladı başucuna koydu son ezberlerini yaptı yarınki sınav için, sabah kahvaltıya gidecekti arkadaşlarıyla saçlarını akşamdan taradı, gece mesaiye kaldı kimi kızının üstünü örttü evden çıktı, kavga edip yattı kimi, ‘’yarın hallederiz’’ diyerek… Son lirasını da kumbarasına atıp ertesi gün bisikletçiye gidecekti kimi, biletler, fotoğraflar, yeni alınmış kıyafetler, hiç oturulmamış sandalyeler, hayatları birleştiren ilk yüzük, yüz güldüren çiçekler… Enkaz altında kaldı.
Saatler geçiyor çadırlar artıyor, çorba kaynıyor, saatler geçiyor bir kişi daha sağ kurtuluyor. Saatler geçiyor cenazeler artıyor. Saatler geçiyor TIR’lar giriyor ilçeden. ‘’YANINIZDAYIZ’’
Saatler geçtikçe iller seferberlik günlerini hatırlatıyor. Kurtuluş mücadelesindeki meydanlar gibi ilçe merkezleri. Beton yığınlarının yanına beyaz muşambalar örülüyor. Kendi sağ çıkmış bu savaştan da yeni açmış gibi gözlerini anne babasını arıyor, ‘’kardeşimi de kurtarın’’
15 milyonu etkilemiyor afet, 82 milyon yanıyor…
Helikopterler ulaşımı olmayan köyler için havalanıyor. Pazarcık ilçe merkezi ve neredeyse tüm köyleri enkaz… Tren rayları bu şiddete dayanamamış, Kaya parçaları devrilmiş vagonların üzerine. Çekim yaptığımız esnada bir ses duyuyorum karşı tepeden ‘’ Kızım azcık gel de dertleşek, gel guzum’’
Koşuyorum ona doğru. Başını elleri arasına almış, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle’’ yıllarca çadırda kaldık, bu hayvanlara baktık. Sonra bir ev yaptık yerleştik şükür dedik, bu kayalar indi başımıza. Bak bu hayvanlar kurtardı bizi. Onlarda can, biz cansak onlar da can ‘’
Hiçbir söz, hiçbir telkin cümlesi anlatamaz, merhem olamaz bu yangına. ‘Anlıyorum’ diyemezsiniz bu acılı anaya… Sustum…
Köy köy dolaştık, ayakta kalan hayat sayısı sınırlı… Kalender, tamahkar insanlar her biri
‘’Buraya yardım geldi yavrum, olmayana götürün’’
Tüm bu hengame arasında sürekli artçılar yaşanıyor. Arabada uyuyoruz. Suyu idareli kullanıyoruz. Kimse evine gidemiyor. Otobüsler kalkıyor arka arkaya, duvarlarda’’ geri döneceğiz’’ yazısı… Günler böyle geçiyor, sağım enkaz, solum enkaz.. Şehrin yarısının ışıkları sönük…
Kahramanmaraş merkezde durum daha vahim. Dulkadiroğlu ve Onikişubat ilçelerinde taş üstünde taş kalmamış. Suriye gördüm, Ukrayna, Azerbaycan gördüm. Hiçbir savaş meydanında kısa sürede bu kadar enkazı, acıyı bir arada görmedim. Defalarca gittiğim şehrin semtlerini ayırt edemedim, tanıyamadım, Yol, yön yok! Öyle bir afet ki, kamu binaları da, sağlık kuruluşları da zarar gördü. oralarda çalışan UMKE’si, polisi, askeri, ormancısı… Ya enkaz altında kaldı ya da yakınlarına ulaşmaya çalıştı. Bir şehir değil on şehrin arama kurtarma personeli de, doktoru da, öğretmeni de… bir bedene hayat verecek tüm organlar zarar gördü.
İşimin bir parçası kaynaklara ulaşmak elbette. Ama rehberdeki kişiyi ararken titredi hep ellerim. UMKE’de çalışan eşi de asker olan dünyalar güzeli bir sağlıkçı vardı: NUR… Aradım..
-‘’Abla’’.. dedi sadece ağlamaya başladı. ‘’ Abla şimdi çıkardılar beni, çok kötüydü, çok!’’ Diyarbakır’daydı Nur. Depremzedeydi ama işine dönmesi gerektiği bilinciyle konuştu hep. Hem ağladı hem ‘’ iyi olacağım, işe başlayacağım’’ dedi. Ne haberi, ne görüntüsü, ağlaştık kapattık telefonu.
Bir gün önce evi, okulu, işi olan insanlardı her biri. Anlıyordum ki sıraya girip yemek istemek, yatacak bir yer aramak, söylemek zul geldi.
‘’Şükür’’ cevabı ihtiyacı olmadığı için değil, istemeyi bilmediği, alışık olmadığı içindi. Yemek sıraları, çadır önleri, kıyafet dağıtım alanları… Bir kalabalık vardı şehrin her yerinde ama sessizdi.
Günlerce sürdü arama kurtarma çalışmaları. 258 saat enkazda dayandı Neslihan Kılıç. Yıkımın büyük olduğu, deprem bitmeden tuzla buz olan Ebrar sitesinden sağ çıktı. Bir vinç operatörü fark etti onu. Elini kaldırdı Neslihan ‘’ Buradayım’’ dedi. Yüzlerce mucize sesi duyduk ama on binlerce canımıza el uzatamadık.
Enkazları görünce bu kadar yıkımın neden olduğunu anlıyorsunuz. Kuma dönmüş binalar, elde dağılan tuğlalar, büklüm büklüm incecik demirler… Bunca zaman ayakta nasıl kalmış diye merak ediyor insan. Bu sarsıntıyı aynı yerde yaşayan bir aile betonların arasında kalırken, yanındaki züccaciyede tabak kırılmaması düşündürüyor. Sağlam yapıları ‘’bakın burası da yıkılmamış’’ deyip örnek göstermek, azınlıkta kalan olması gerekeni yüceltiyor. Oysa çok kez yaşadık biz bu yıkımı. Çok ağladık, çok zarar gördük. Önümüzde ders alacağımız, telafi edeceğimiz koca bir 20 yıl vardı. Almadık. ‘’az maliyetle daha çok bina nasıl yaparım’’ diye düşündü müteahhitlerimiz. Bir de üzerine ‘’dayanıklı, cennetten bir köşe’’ sloganıyla satıldı her bir ölümcül daire. Aslolan sorgu ‘’Mehmetçik nerede?’’ değildi. Mehmetçik oradaydı çünkü, canla başla çalışan sağlık personeli, itfaiyeci, madenci, tüm birikimini getiren Ayşe teyze, ‘çorbada tuzum olsun’ diyen Mehmet Amca herkes oradaydı… Dünyada görülmemiş bir büyüklük değildi depremin şiddeti, dünyada görülmemiş bir yıkımdı bu afeti büyük yapan. Bütün organlarımız yara aldı. Asıl soru bütün bir ordunun koşup gelmesini gerektirecek bu yıkımın yaşanmaması için ne yapılması gerekirdi?
Artık önümüzde acı ve kocaman bir gerçek var. Ve başta yazıma başladığım, hayatımızda da alışkanlık edindiğimiz erteleme cümleleri gibi ‘’ yarın yaparım nasılsa’’ deme gibi bir lüksümüz yok!