Bu salgın ne çok şey öğretti bize. Dostluğu, arkadaşlığı, birlikte olmanın değerini, özgürlüğü... Hep deriz ya sıcakkanlı, kalabalık insanlarız. Tanımadığına bile selam verir, selamını alır Türkiye'de insanlar. Evin balkonundan çıkamadığımız günlerde, yan komşumuzu kahve içmeye çağıracağımız günü beklemedik mi? Tek özlemimiz kalabalık sofralar, aynı masa etrafında koyu sohbetler olmadı mı?
Eskiye özlem yüzyıl döndükçe artıyor. Şu an bile size bu yazıyı ulaştırmak için kullandığım teknolojinin çokça etkisi var tabii. Gizliden gizliye kendimizi 80'li, 90'lı yıllarda hayal etsek de bu çağın bir parçası olmaktan kaçamıyoruz. Yılda bir uğradığımız aile büyüklerimize “ Anneanne görüntülü radyo yokken sizin evde, elektrik gidince gaz lambasının etrafındaki o hikayeleri anlatsana” deyip bir gözümüzü de sosyal medyadaki hikayelerden alıkoyamıyoruz. Kelime sayımız azaldıkça, hatıralar da bulanıklaşıyor, “anı yaşıyoruz”.
Aslında eskiye özlem duymak her şeyin, her anın güzel olduğundan değil bir daha gelmeyecek olmasından kaynaklanıyor; zamanında değerini bilemedik, eskiyi bu günlere getiremedik diye belki de.
Fotoğraflar... “Eski”ler için daha değerliydi. Şimdi dijitalde sayısız fotoğraflar çekiliyor. Ama mekaniği bozuldu mu tüm geçmiş de çöpe gidiyor. 36'lık makinelerde bir film bile yanmasın, düzgün çıksın diye dua ederdik eskiden. Ben hatırlıyorum da babam en özel anlarımızı fotoğraflar, aynı pozdan öyle onlarca olmazdı. Sınırlı kare, sınırsız anı birikirdi ama. Öyle değerliydi ki fotoğraflar özledikçe açıp bakmak için cüzdanında taşırdı vesikalıkları. Hiç görmediğim dedemi o siyah beyaz pozlardan tanıyorum ben. Şimdi taşıyan var mıdır? Az da olsa cevabım; evet. İtiraf ediyorum ben hala bir vesikalık toplayıcısıyım ve cüzdanımda taşırım.
Şimdi size baskıya verilen o fotoğrafların ne denli kıymetli olduğunu gösteren bir hikaye anlatayım. Taş plak sesi, bir demlik çay, tütün kolonyası ve her nedense yağmura dönen bulutlu bir hava anlatacaklarımın olmazsa olmazı.
Adana'nın Kozan ilçesinde yaşayan, babadan kalma kahvehanesini işleten Necat Karataş'la tanışın. Öyle bildiğiniz kahvehanelerden değil burası. Her karışı anılarla dolu. Sımsıcak insanların hala bir masada toplanıp eski günleri yad ettiği bir kahvehane. 30 yıldır fotoğraf biriktiriyor Necat Karataş. Ama ne fotoğraf...
Emin Tura ve Tilki Ziya... Necat Karataş'ın en yakını, yardımcısı, ağabeyleri... Çok sevdiği iki dostu ölünce aklına geldi bu fikir. 30 yıldan bu yana müşterilerinin, komşusunun, gelip bir bardak çayını içen ve vefat etmiş kişilerin fotoğraflarını biriktiriyor, iş yerine asıyor. Yıllar geçse de hala dönüp onlara içini dökebiliyor böylece, siftahsız geçen gününü, çocukların hayat telaşını, hanımıyla bozuştuğundaki efkarını...
Banker Meştin, Kahveci Niyazi...
Duvarında tam 600 fotoğraf... “Bu da demek oluyor ki 600 hikaye var burada” diyor. Hepsinin de ayrı ayrı lakapları var. Mesela Tırık Paça Yaşar… Kozan'ın en meşhur çorbacısı. Kozan'da yaşayanlara göre o ölünce lezzetli çorba yapan kalmamış. Olimpiyat şampiyonu İsmet Atlı, onlarca belediye başkanı ve bu kahvehanenin müdavimleri... İsimleriyle, lakaplarıyla, ölüm tarihleriyle üşenmemiş hazırlayıp duvarına asmış. Banker Meştin çekti dikkatimi sonra. Sordum, “Neden?”
“Banker olduğundan değil, çok eli açıktı, ihtiyacı olana para verir, yardım eder, uygun olunca verirsin derdi” diye yanıtladı. Duvara doğru dönüyor, başlıyor tek tek anlatmaya; “Bu benim babam. Kahveci Niyazi. Mesela bak Lık Lık Erhan derdik bu arkadaşa. Bir ayran içerdi, bir su içerdi, lıkır lıkır sesini duyardık. Öyle kaldı adı. Bak bu da Koreli Hilmi. Kore'de askerlik yaptı sahiden. Dev Sayım'ı görüyor musun? Ne heybetli adamdı. Çok janti giyinirdi.” Aklına yeni düşmüş gibi sesini yükselterek, “Bak burada da 75 binlik Abdullah var. Zamanında para çıkmış piyangodan, 75 bin lira. Tabii o zaman ne para...”
Böylece hiç tanımadığım, bilmediğim bir mahallenin sakinleriyle tanıştım, hikayelerini dinledim. Kimi de evde olmayan babasının resmini gelip bu kahvehaneden alıp çoğaltıyor. Ölmeden önce bile fotoğraflarını getiren var artık, “Nasılsa bir gün öleceğiz” diyorlar. Ben de bir bardak çayını içince, “Fotoğrafımı getirsem ben ölünce asar mı buraya” diye içimden geçirmedim değil.
Sabahın 4’ünde açıyor kahvesini Necat Karataş, esnafın bol olduğu sokağında kimse çaysız kalmasın diye. Parası yoksa bir bardak çay içenin, sonra vermek üzere helalleşiyorlar. Öyle çay, kahve içip kalkmıyor insanlar burada. O fotoğraflara bakıp yıllardır sarılıp konuşamadığı dostunu anıyor, meraklısı geliyor sırf bu hikayeleri dinlemek için. Zaman zaman teknolojinin güzel taraflarını kullanıyor Necat Karataş. “Son dönemde Facebook'tan da alıyorum fotoğrafları. Şimdi herkesin var face'i. 70 yaşındaki dedenin de, 10 yaşındaki çocuğun da...” diyor. Ölen insanlar kıraathanesi dese de bazıları, duvardaki her bir fotoğrafı yaşatıyorlar bu kahvehanede aslında.
Dijital dünyanın elbette bir yığın kolaylığı, güzelliği var. Şimdi anne, babalar çocuklarının her anını, her saniyesini ölümsüzleştiriyor, bir günümüze ait bir değil de binlerce kare oluyor. Ama bunları sadece sosyal medyamızı süsleyen, o anı yaşayıp bıraktığımız hikayeler değil de yıllar sonra da anımsayabileceğimiz en garanti yolla saklarsak Necat Karataş'ın duvarındaki gibi yüzlerce anımız biz ölünce de yaşar belki. “Hikaye” sözcüğü, Instagram ve benzeri mecralarda paylaşıldıktan 24 saat sonra silinip giden anlamı yerine, nesilden nesile dinlenmiş, görselle ölümsüzleştirilmiş, anlatıcısının dilinde güçlenmiş anlamıyla kalır o vakit. Tıpkı eskisi gibi, eskilerden dinler gibi...
Öyle ya, her şeyin, her insanın bir hikayesi vardır; yeter ki anlatanı olsun.
Kameraman: Memiş Akçam
Kurgu: Cihan Karaahmetoğlu